25 Kasım 2016 Cuma

Eşi ve 3 oğlunu Lefkoşa'da, Türk İslâm düşmanlığı kiniyle kudurmuş Rum Yunan domuzlarının 1963 Noel Katliamında kaybeden E. Tuğgeneral Dr. Nihat İlhan, cinayetten 53 yıl sonra 92 yaşında HAK'a yürüdü..

53 YIL SONRA ONLARA KAVUŞTU!..
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden “BİR GRAM DAHİ” toprak vermek, ya da Garanti Antlaşmasından vazgeçmek isteyenler, ‘kesinlikle Türk ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanı’ menfur ihanet şebekelerinin hain kripto, kâfir ve müesses devletin en zalim bedhahlarıdır”
Eşi ve 3 oğlunu Lefkoşa'da, Türk ve Müslüman düşmanlığı ihtirasıyla kudurmuş Rum/Yunan çetelerinin '1963 Kanlı ve Kalleş Noel Saldırısı'yla kaybeden acılı baba emekli Tuğgeneral Dr. Nihat İlhan, olaydan 53 yıl sonra 92 yaşında hayatını kaybetti.
23 Kasım günü hayatını kaybeden Dr. İlhan, memleketi Elazığ'da toprağa verildi.
Aslen Erzincanlı olan İlhan, 1924 yılında Elazığ'ın Harput ilçesinde doğdu. İlk, orta ve liseyi Elazığ'da bitirdikten sonra, 1944 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fatültesi'ni kazandı. Fakülteyi Askeri Öğrenci olarak okudu ve burayı 1951 yılında bitirdi. 1951-1952 yılları arasında Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA)’nde tabip stajyer teğmen olarak staj yaptı ve 1952 yılı haziran ayında tabip üsteğmenliğe yükseltildi. 1956 yılında Mürüvvet Hanım ile evlenen İlhan’ın, 1957 yılında İhsan Murat, 1959 yılında Kutsi, 1963 yılında ise Hakan (Mayıs ayında Kıbrıs'ta doğdu) isimli üç oğlu oldu. Binbaşı iken, 20 Mart 1963 günü Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı Baştabipliği ve cerrahlığına tayin edildi. Bu tayinle hayatının en acı olayını yaşadı.
BANYO KÜVETİNDE KATLETTİLER
Rumların, Türklere yönelik saldırılarını artırdığı günlerde meydana gelen kanlı katliam, 24 Aralık 1963 gecesi meydana gelmişti. Tabip Binbaşı İlhan'ın evde olmadığı bir sırada meydana gelen saldırıda, İlhan ailesinin Lefkoşa'nın batı kesiminde bulunan Kumsal semtindeki evleri, Rum çeteler tarafından basıldı. Nihat İlhan’ın eşi Mürüvvet Hanım, silah seslerini duyunca oğulları Kutsi, Murat ve Hakan'ı yanına alarak banyoya sığındı. Kapıyı kırarak içeri giren çeteler, odaları aradıktan sonra banyoya yönelmiş ve küvette saklanan Mürevvet Hanım ve oğullarının üzerine üç ayrı silahla acımasızca taramışlardı. Kendisini çocuklarına siper eden anne Müerrüvvet Hanım ve üç oğlu küvette başlarını bile kaldıramadan şehit olmuşlardı. Bu olayın fotoğrafı, Türkiye'yi ayağa kaldırmış ve ardından da Kıbrıs mitingleri başlamıştı. Katliamı yansıtan fotoğraflar, dünya basınında da geniş yer bulmuş ve Enosisci Rum çetelerin kanlı yüzünü gösteren bir fotoğraf olarak hafızalara kazınmıştı.
ÜÇ GÜN SONRA ÖĞRENDİ
Tabip Binbaşı İlhan, eşi ve çocuklarının ölüm haberini üç gün sonra Türk Büyükelçiği'ne çağrıldığında öğrendi. Binbaşı İlhan, 21 Aralık günü başlayan kanlı saldırılar nedeniyle yaralananlarla ilgileniyordu. Kendisine acı haber verildiğinde ilk tepkisi ise 'Vatan sağolsun' şeklinde oldu. Çocuklarını kendi eliyle yıkıyarak Türkiye'ye götürdü ve Elazığ'da toprağa verdi. Onlara yakın olmak için de Elazığ Askeri Hastanesi'ne tayinini istedi. Uzun yılar burada görev yaptı. Tekrar evlendi ve bu evliliğinden iki çocuğu oldu. Onlar da şimdi baba mesleğini yapıyor.
O GÜNÜ ŞÖYLE ANLATTI
Emekli Tuğgeneral Nihat İlhan, 44 yıl Kıbrıs'a bir daha gelmedi. Taa ki 2007 yılına kadar. O günlerde Rum basınında Kanlı Noel saldırısının Türkler tarafından yapıldığı haberleri çıkmıştı. Bunu protesto etmek ve Adayı ziyaret etmek için KKTC'ye son eşinden olan doktor çocukları Mustafa ve Şebnem'i de alarak gelen İlhan, ilk iş olarak Türk şehitliğini ziyaret eder ve"Ne benim eşim, ne de çocuklarım, ne de sizler boşuna ölmediniz. Bu bayrak dalgalandıkça Kıbrıslı Türkler de sahip çıktıkça bu topraklar sonsuza kadar Türklerin olacaktır, Ruhunuz şad olsun, vatan sağolsun" der. İlhan, burada gazetecilere yaptığı açıklamada yaşadığı acı olayı şöyle anlatır: "Ailemin katledildiği 24 Aralık 1963 tarihinde askeri hastaneye yaralı Türkler gelmiş onlarla ilgileniyordum. Katliam olduğu zaman birkaç gündür eve uğramamış ve ailemden haber alamamıştım. Evimizin yakınında kalan bir Türk çoban geldi ve alay komutanının da bulunduğu bir ortamda Rumların, Türk subaylarının ailelerine saldırdığını söyledi. Ne olduğunu anlamadık. Hemen eve gitmek istedim ama alay komutanı izin vermedi. Alay komutanı benden o gün yaşayacaklarımla ilgili asker sözü vererek soğukkanlı olmamı istedi. Ben hala ailemin katledildiğini fark etmiyordum. Zırhlı bir araçla Türkiye elçiliğine gittik. Subay eşleri ve elçilik görevlileri doluydu. Kadınlar ağlıyorlardı. Hala ailemin öldürüldüğünü anlamadım. Üzerim çok kirliydi ’sıcak suyla banyo yapabileceğim bir yer var mı’ diye sordum. Banyo yaptım. Ardından Türkiye büyükelçisi beni çağırdı. Bana 'başın sağolsun, eşin ve çocuklarını Rumlar katletmiş' dedi. Katliamın üzerinden 3 gün geçmiş ve benim haberim yeni oluyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. İlk sözüm 'vatan sağolsun’ oldu." (Hürriyet, 20 Mart 2007)
'ÖLMÜŞLERDİ AMA ESİR OLMAMIŞLARDI'
İlhan sonraki günleri ise şöyle anlatır:
"Eşimi esir alsalardı Rumlar ona neler yapmazdı ki, çocuklarımı esir alsalardı, ya işkence yaparlar ya da çok kötü şartlar altında ya çoban yaparlar ya da sakat bırakırlardı. En azından esir olmadıklarını öğrenmiş oldum. Ölmüşlerdi ama esir olmamışlardı. ’Vatan sağ olsun’ dedim, acımı kalbime gömdüm. O günlerde Türkiye ile telefon haberleşmesi kesikti. Ailemin cenazelerini Erzincan’da doğduğum yerde toprağa vermek istedim. Büyükelçi bana Türkiye ile telefon bağlantısı olmadığını söyledi. Dolayısıyla uçak gelemiyordu. Haber veremiyorduk.
27 Aralık 1963 günü şehit eşim ve üç oğlumun cansız bedenlerini ve yaralı Türkleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden tahsis edilen iki uçakla anavatana getirdim. Çocuklarım hala kanlar içindeydi. Ellerimle yıkadım. Şehit eşim ve çocuklarımı Elazığ Askeri Şehitliği’nde toprağa verdim. Onları yalnız bırakmamak için tayinimi Elazığ Askeri Hastanesi’ne istedim ve şubat 1964’te Elazığ’da göreve başladım. Değişik rütbelerde görevler yaptım. 1970 yılında Elazığ’da İzzetpaşa Sağlık Ocağı doktoru Tülay Hanım’la evlendim. 1971 yılında oğlum Mustafa Necmi doğdu. 1977 yılı ağustos ayında tabip tuğgeneralliğe terfi ettim ve ailemle birlikte Ankara’ya geldim. Ankara 600 Yataklı Mevki Asker Hastanesi’nde iki yıl başhekimlik; Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sağlık Daire Başkanlığı’nda üç yıl daire başkanlığı yaptım. 1978 yılında kızım Ayşe Şebnem doğdu. 1982 yılı ağustos ayında emekli oldum." (Kaynak: Zekeriya BİCAN - Sekizinci Şehir İz Bırakanlar) (Haber: Ercan Dolapçı)
TARİHİ VE BİLİMSEL AÇILIM & YORUM VE KATKI
KARABAĞ, TÜRKMENELİ VE KIBRIS’TA İŞLENEN ÜÇ TÜRK SOYKIRIMINA BİR BAKIŞ
Sefa M. Yürükel
Sosyal Antropolog, Soykırım ve Terörizm araştırmacısı
Ben bu yazıda yakın tarihte Türklere karşı yapılan üç soykırımı ele alacağım. Bunlar sırasıyla
1) Ermenistanin 12 -26 Şubat 1992 ye kadar Karabağ da yaptıkları Türk Soykırımı
2) Yeni dönemde, Batı destekli Barzani, Talabani ve PKK nın Türkmeneli Bölgesi olan Irakın Kuzeyinde yaptıkları Türk soykırımlarıdır
3) Batı ve Yunanistan destekli Rumların Kıbrısta 1962 den 1974 yılana kadar yaptıkları Türk soykırımlarıdır.
Türkler tarihte kahraman bir millet olarak bilinir bizde böyle biliriz. Ama Türkler aynı zamanda asırlar boyu soykırıma uğramışda bir millettir. Biz işin bu yönünü irdelemeyi bugüne kadar ihmal ettik. Türkmeneli, Kuzey Kıbrıs, Azerbaycan ve Türkiye nin haritaya baktığınızda dünyadaki emperyalist güçlerin dışlerini kamaştırdığı ve egemen olmak istediği Asya ile Avrupanın kilitlendiği coğrafyanın adıdır. Bu Coğrafyaya hakim olan geçmişte dünya siyasetine yön verdiği gibi bugün ve gelecektede bunun böyle olacağını söylemek kanımca kahinlik olmayacaktır. İşte neden Türklerin soykırıma tabi tutulduklarını bu anahtar konumumuz iyi açıklamaktadır. Ben işte bunun ön plana çıkarılması için bu ve bu gibi etkinliklere yeterince önem verilmesini önemsiyor ve öneriyorum.
Ben bu konuya örnekler ışığında bilimsel olarak yaklaşmaya çalışacağım.
Ama bir konunun soykırım olduğunu bilmek için BM 1948 yılında imzalanan Soykırımları önleme ve Ceazalandırma sözleşmesini önce kavramamız gerekiyor. Ben bu sözleşme çerçevesindede olayları örnekleri ile ele alıp konuya bilimsel bir bakış açısı getirmenin daha kolay olacağına inanıyorum. Bende 1948 sözleşmesine ve sadece 1948 yılından itibaren olan olayları kapsayan bu antlaşmaya uygun olarak şimdilik 1948 den itibaren Türklere karşı yapılan yukarıda bahsettiğim üç soykırımı ele alacağım.
1948 yılında kabul edilen BM soykırım sözleşmesi şunları içeriyor:
Soykırımı Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi(Jenosid-Sözleşmesi)
Sözleşme 2: Bu sözleşmede, soykırımının anlamı, aşağıda sayılan fiillerin ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, bu niteliği yüzünden, kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenmesidir:
a) Grup üyelerinin öldürülmesi;
b) Grup üyelerinin fiziki ve zihni sağlığını bozucu eylemler;
c) Grubun, kısmen veya tamamen fizik varlığının yok olmasına neden olacak yaşam koşullarına tabi tutulması;
d) Grup içi doğumları önleyici önlemler alınması;e) Gruba ait çocukların zorla başka bir gruba transfer edilmeleri olarak tanımlanıyor.
Şunu çok iyi bilmeliyizki, Soykırımlar sadece insan veya grup öldürmek amacıyla değil, esas olan dünya ve yerel bölgelerin hegemonyası için yapılan paylaşım savaşlarında hedefe seçilen yerlerin yeraltı ve yer üstü zenginliklerini ele geçirme sırasında, bölgeye egemen olmak isteyen gücün egemen olması sırasında, kendisine tehdit olarak algıladığı bir etnik, dini, ırkı veya milli bir gücü, planlı, sistemli, hedef gözeterek çeşitli yöntemlerle yok etmeye yönelik eylemler yapma yada kısmen yada tamamen yok etme olayıdır. Meseleyi böyle ele aldığımız zaman soykırımların neden yapıldığınıda çözmüş oluruz. Burada değinilmesi ve altı çizilmesi gereken konu ise, eğer hedef etnik, milli, dini veya ırkı bir grubu yok etmeye yönelik yapılıyorsa ve burada gruptan bir kişi bile öldürülse ve bu işbatlanırsa bu adii bir cinayet değil soykırım olarak değerlendirilir.
Soykırım örneğine ilk önce Karabağ Türk soykırımı ile başlıyorum:
Karabağ Türk Soykırımı:
Sadece Azerbaycan için değil bütün bölge içinde konumu itibarı ile Azerbaycanın ayrılmaz parçası olan stratejik önemi çok büyük olan Karabağ, tarihte olduğu gibi bugünde tüm stratejik özellikleriyle bu konumunu sürdürmektedir. Sovyetler Birliğinin dağılması sırasında, 1992 yılında Azerbaycanın milli sınırlarını geçen Ermeni ordusu, daha önce Garadağlı, Meşheli ve Baganış-Ayrım’da ilk defa soykırım ve etnik temizliğe tabi tutuldular. Ermeniler ilk önce 12 Şubat 1992 de Malıbeyli ve Kuşçular Köylerinde 50 türkü soykırıme uğrattıktan sonra 25-26 Şubat geceside büyük ölçüdede iyi eğitim görmüş, Ermeni subaylar ve askerlerden oluşan Karabağdaki 366 çi elit Rus Alayı ile birleşerek, Azerbaycanın dörtte bir toprağını soykırım yaparak işgal ettti. Ermeni kuvvetleri, Türkleri Karabağ ve diğer işgal ettikleri Azerbaycan topraklarından BM 1948 Soykırım sözleşmesindeki, neden, eylem ve sonuç ilişkisindede tarif edildiği gibi yok etmek maksadıyla, belirlenen bölgeler olan: Koçaryanin 1997 yılında Avrupada verdiği demeçlerde bizzat içinde bulunmakla övündüğü soykırımda, 7 bin kişilik nüfusa sahip ve coğrafi konumu itibariyle bölge için önemi fabrika ve Karabağdaki tek ve çok stratejik hava ulaşımı bir yerleşim merkezi olan Hocalı kentini ele geçirmek için, 25. Şubat gecesi katliam gayesiyle harekete geçmiştir. Koçaryanin bizzat iştirakle dahil olduğu, Hocalı’nın işgali sonucu sivil, silahsız Türkler; çocuk, kadın, ihtiyar ve genç ayrımı yapılmadan Ermeniler tarafından bir gece içersinde soykırıma uğratılmıştır. Ve hepimizinde defalarca konuşmalarda değindiği gibi, resmi rakamlara göre, o gece 613 kişi, bunlardan 83u çocuk, 106 kadın çeşitli şekilde işkence yapılarak soykırıma uğratılmıştır. Ayrıca, bunlardan 487 kişi ağır yaralanmış ve 1275 kişi ise rehin alınmıştır. 156 çocuk ise ailesinin soykırımda tamamını kaybederek öksüz kalmıştır. Kendiside Karabağlı olan ve Karabağ üzerine önemli eserleri bulunan, Türk tarihçi ve şu anda Azerbaycan Parlementosunda Karabağ Milletvekili Havva Memmedova hanımın verdiği verilerden yararlanılarak, Haziran 2005 yılında eski milletvekili Fatma Aktaş hanımın Hollanda Parlementosuna Türk Soykırımları ile ilgili verdiği önerge içindede yer alan bilgilere göre ise 150 ye yakın Türk kadını hala Ermenilerin elindedir, kayıp diye geçmektedir ve hala haber alınamamaktadır. Bunun dışında soykırımdan artakalan şehir nüfusu ise soykırım sırasında Azerbaycan Milli Ordusuna bağlı, hemde bölgedeki ve hemde olanaklar çerçevesinde bölgeye yetişen Türk mukavemet güçlerinin direnişiyle güvenilir bölgelere geçebilmişlerdir. Bu bakımdan hem bilimsel hemde hukuki olarak meseleye baktığımızda 1992 yılındaki soykırım olaylarını sadece Hocalı olayı olarak değil olayı genel anlamda Karabağ Türk soykırımı olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Karabağa atfen Ermeniler 1948 sözleşmesinde tarif edilen ve soykırıma uyan, Karabağdaki soykırımda kullandıkları metodlarda, özellikle çocuklarında içinde bulunduğu Türklerin gözlerini oymuşlar, kafa derisini soymuşlar, hamile kadınların karınları yarıldığı ve göğüsleri kesildiği gibi vücuttaki değişik organlar kesmişler ve koparmışlardır ve bazılarını yakarak bazılarınıda, aşarak bazılarınıda diri diri toprağa gömerek ve ağır işkenceler yaparak bu soykırım suçunu işlemişlerdir. Bu soykırımı görgü tanığı olan bir fransız, bir rus ve birde bir soykırımcı ermeninin kendi kaynağındaki örneklerdede görebiliriz.
Fransız gazeteci gazeteci Jan iv Yunet’in şu sözleri soykırımı anlamak için önem taşımaktadır: “Biz Hocalı faciasının şahidiyiz. Biz Hocalı’yı koruyanların yüzlerce sivil halkın, kadınların, çocukların, ihtiyarların cesetlerini kendi gözlerimizle gördük. Ermeniler bizim helikopterleri de ateşe tuttukları için video çekimini sona erdiremedik. Lakin yükseklikten gördüklerimiz de yapılan gaddarlığı anlamak için yetiyordu. Bu çok ürpertici bir manzaraydı. 5-6 yasındaki çocukları, bebekleri, gebe kadınları merhametsizce katleden Ermeni cellatları hiç kimseyle karşılaştırılamazlar.”
Katliamla ilgili olarak Moskovskiy Komsomolets gazetesinde gazetecilik yapan Neftyanoy Sindrom gazetesinde ise şunları yazıyordu: “Esirler var. Lakin daha onlar yaşamağa yaramıyorlar. Kışın onları sabahleyin yalinayak karın, buzun üzerine çıkarıyorlar. Tepelerinden soğuk su döküyor, başlarında şişe kırıyor, sonra yeniden koğuşlarına salıyorlardı. Asıl işkencelerse zaten bundan sonra başlıyordu. Parmaklarını kapının arasında sıkıştırıyor, bağırttıkça lastik copla dövüyorlardı. Bunların bir çoğu bu işkencelere dayanamayarak deli oluyordu. Bir sonraki koyun işgalinde bir Ermeni’nin bir çocuğu alıp, ikiye böldüğünü gördüm. Sonra çocuğun bedeninin bir parçasıyla annesinin yüzüne ve basına o kadar vurdu ki, evladının kanına bulanan zavallı kadın deli olup, gülmeye başladı.”
“Büyük Ermenistan” projesinin anahtar konumundaki simalarından soykırımcı yazar Zori Balayan 1996 yılında Ermenice yazdığı “Ruhumunuz Canlanması”adlı kitabında kendi yaşadığı ve bizzat Karabağda tatbikini yaptığı soykırımcılığını şu şekilde yazmaktadır: “Biz çete üyesi Hacatur’la zapt edilmiş evlerden birisine girdiğimizde bizim askerlerin 13 yasında bir Türk çocuğunu pencereye çivilediklerini gördük. Hacatur çocuğun bağırmaması için anasının kesilmiş göğsünü onun ağzına soktu. Sonra ben bu Türk çocuğa onun babalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Onun karnının, basının, göğüsünün derisini soydum. Saatime baktım. Çocuk 7 dakika sonra kan kaybından yaşamını yitirdi. Sonra Hacatur çocuğun cesedini doğradı ve köpeklere dağıttı. Akşam aynı şeyi 3 Türk çocuğuna daha yaptık. Kendi halkımın intikamının yüzde 1’ini aldığım için ruhum mutlulukla dolmuştu. Ben her Ermeni vatansever gibi kendi vazifemi yerine getirdim. Hacatur çok terlemişti. Ama ben onun gözlerinde ve diğer kardeşlerimin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizm mücadelesini gördüm.. Ertesi gün biz Kiliseye giderek 1915 yılında ölenlerimiz ve dün yaptığımız olaylardan ruhumuzun temizlenmesi için dua ettik.” demektedir.(s. 260-262)
Bu üç örnektede görüldüğü gibi, 1948 sözleşmesine göre konuyu ele aldığımızda, Ermenistan yönetici kadrosu tarafından ve Karabağda planlı, hedefe yönelik ve delilleri olan bir soykırım suçu işlediği sözleşmenin 2. maddesindeki tüm şıklara göre sabitleştiği görülmektedir.
Irakta Türk Soykırımı
Irakta Türkmen nüfusunun 2,5-3 milyon kişi arasında olduğu bilinmektedir. Türkmeneli bölgesinin merkezi olan Kerkük Dünya petrol rezervlerinin çok önemli bir bölümünü kapsamaktadır. Aynen Azerbaycan gibi Batının Asyaya giden kapısı konumunda paha biçilmez stratejik bir öneme sahiptir.
Bu anlamda 1932 yılında İngiltereden bağımsızlığını kazanan Irakta bölgede yıllarca hakimiyetini sürdüren Emperyalist ülke İngilterenin hesapları bölge için değişmediği gibi, emperyalist devletlerden ABD ve Fransada daha o zamanlardan ve sonradada bölgeye ilgi duymuştur ve bu üç ülke bugüne kadar bölgede iç istikrarsızlık ve denge unsurlarını kollayarak ve kışkırtarak bölgedeki görece hegemonyalarını sürdürmüşlerdir.
Burada güçlü tarihsel yapıya sahip ve aynı zamanda görece de Türk coğrafyasının içinde yer alan Irak Türkleri Türkiye Cumhuriyetine hasım Emperyalist güçler ve bu güçlerin kullandıkları, geçmişte, Saddam ve o dönemdede ve şimdide Barzani, Talabani (ve günümüzde PKKde bu işbirlikçilere eklenmiştir) işbirlikçi yerel güçleri kendileri için tehdit olarak algıladıkları Türkmeneli bölgesinde yaşayan Irak Türklerin e karşı, 1947 den bu tarafa (ben bukonuşmada 1948 öncesini ele almıyorum, esasında moderen zamanları ele alırsak 1918 den itibaren Türkler Irakta soykırıma uğratılmaya başlanmıştır) vasıtasıyla etnik temizlik, ellerindeki araziler zorla ellerinden alınarak ekonomik soykırıma uğratmışlar, buna ek olarak, özellikle son 4 yılda planlı ve sistemli aşma, kurşuna dizme, akılalmaz işkencellerle, tanktan, uçaktan atılan içinde napalm ve seyreltilmiş uranyum kullanılan özel mermilerle (bombadan dahada effektif) bombalaması vasıtasıylada ve Türk liderlere suikast düzenliyerek (örnek Dr. Mustafa .Kemal Yaycılı (1 Mayıs 2004), Dr. Ferik Sait Efendi, İhsan Abdullah Efendi, Ahmet Arafat ve Azad Erbilli (23 Nisan 2004), İsmail Tuzlu, Yaşar Cengiz (8 Ocak 2005), Sabah Ketene (22 Nisan 2006) bunlardan sadece bazılarıdır) fiziki olarakta soykırıma uğratmışlardır.
Eğer biz, dahada geriye gidip, Irak Türklerine karşı yapılan bir dizi soykırımları 1918lerden itibaren sıralarsak şöyle olduğunu görürüz: 1) 1920 deki Kaçakac, Telafer soykırımı, 2) Levi soykırımı (Kerkük) 1924, 3) Gavurbağı soykırımı ( Kerkük) 1946, 4) Kerkük soykırımı 14-17 Temmuz 1959, 5) Tazehurmatü soykırımı 1979, 6) Türk Liderlerin soykırımı 1990, 7) İkinci Tazehurmatü soykırımı 25 Mart 1991, 8) Altunköprü soykırımı 9) 28 Mart 1991, 10) Erbil soykırımı 31 Ağustos 1996, 11) Üçüncü Tazehurmatü soykırımı 12) 22 Ağustos 2003, 13) Telafer soykırımı 9 Eylül 2004, 16) İkinci Telafer soykırımı 21 Şubat 2005, 17) Musul soykırımı 24 Eylül 2005, 18) Yengiçe soykırımı 10 Mart 2006, 19) Karatepe soykırımı 4 Haziran 2006, 20) Kerkük soykırımı 13 Haziran 2006, 21) Tavuk soykırımı 8 Haziran 2007, 22) Amirli soykırımı 7 Temmuz 2007 ları olarak sıralıyabiliriz.
Günümüzden 1950 sonlarına gidersek Irak Türklerine yapılan soykırımlarda soykırımların kimler tarafından yapılmak istendiğini ve bugünde aynı amaçlar taşıyan güçlerin soykırım yapmak için karşımızda olduğunu görürüz.
1958 yılında Arap Milliyetçisi Komutanlarından General Nazım Tabakçalı da bu konuda, Kürt peşmergelerin (Barzani (Talabani)) ahalisi Türk olan Kerkükün Kürtler lehine demografisinin değiştirilmesi ile ilgili olarak algılarını ve analizini 9 Eylül 1958 tarihli bir raporda Irakın güçlü adamı General Kasım’a şu şekilde özetliyor:
“Kerkük vatandaşları Kürt değildir. Burası bir Kürt şehri de değildir. Ama Kürtler, Kerkük’ü baskı altına almaya çalışıyor ve bu bölgedeki petrol kaynaklarını kontrollerine geçirmek istiyor. Bu petrol kaynakları, Irak Cumhuriyeti’nin ulusal gelirinin büyük bölümünü oluşturmaktadır. Kerkük’te bir Kürdistan Eğitim Müdürlüğü Merkezi oluşturmak ve yönetici olarak da bir Kürt vatandaşı başına getirmek, kesinlikle uygun bir davranış değildir. Kerkük’teki Eğitim Müdürü’nün tarafsız olması ve herhangi bir parti ile ilişkisi bulunmaması gerekir… Size daha önce gönderdiğim rapora lütfen bir kez daha bakın. Kürtler, vatandaşlarının çoğu Türkmenlerden oluşan Kerkük’ü buna rağmen Kürdistan’a dahil etmeye çalışacaklardır. Buna gereken önemi göstermenizi diliyorum” diyordu.
1959 yılına gelindiğinde işte bu nedenlerden dolayı, özellikle Peşmergeler, Irak merkezi yönetimininde göz yumması ve dolaylı desteğiyle, Türk şehri olan Kerkükte hakimiyet kurmak ve Türkleri bölgeden sürmek için yaptıkları etnik temizlik hareketlerini terör yoluyla sağlama çalışmalarına başladılar. Aynı yıl Türkler, Peşmerge kuvvetlerinin ki burada Talabani bizzat fiziki olarak baş rollerdeydi, fiili silahlı saldırısıyla Türklere karşı fiziki soykırıma başladılar. Yüzlerce Türk kurşuna dizildi ve Türk lider kadroları evlerinden alınarak kaçırıldı ve çeşitli eziyetlerle soykırıma tabi tutuldular. O dönemde bölge dışında bulunan Türk asıllı ve Irak Ordusunun Kerkük bölgesine nezaret eden saygın Komutanlarından (Kerkükteki İkinci Tümen Komutan Yardımcısı) Albay Abullah Abrulrahman (emekli olduktan sonra Kardaşlık Ocağı Başkanı oldu. Saddam döneminde, 65 yasındayken, diğer Türkmen aydınları, Doç. Dr. Necdet Koçak, Dr. Rıza Demirci, ve iş adamı Adil Şerif 16 Ocak 1980’de birlikte Türkleri terörize etmek için idam edildi bu tür soykırım süreçleri Türkler üzerinde daha sonra devam etti.) General Kasımla teması sonucunda 3 gün 3 gece süren Peşmerge güçleri tarafından yapılan soykırımın devam ettirilmesinin geçici olarakta olsa önüne geçildi.
O döneme ilişkin olarak, 21 Temmuz 1959 tarihli The New York Times gazetesinde Kerkükteki Türk soykırımı ile ilgili ilgili olarak şunlar yazıyor: ‘”Bağdat`ın 150 mil kuzeyinde ve Türkmenler tarafından yönetilmektilen Kerkük`te, Otomatik silahlarla donatılmış olan Kürt birlikleri, sivil Kürt gruplarla birlikte ve Komünist Parti mensuplarıyla işbirliği yaparak, önde gelen Türkmen liderlerini evlerinden sürükleyerek katlettiler.”
Ben sadece geçmişte ne olduğu konusunu incelemekle kalmayıp aynı zamandada bugünde Irakta Türklere karşı hem merkezi yönetim hemde Batı destekli Barzani, Talabani ve PKK lılar tarafından yapılan soykırımların aynı amaç ve hedefle bir paralellik ve süreklilik arz etmesini belirlemek açısından günümüzdeki olan olaylarlada birlikte ele almayı yararlı görüyorum.
Günümüzdeki olaylardan geçmişe paralellik arz edecek bir örnek verecek olursak, Şubat 2005 ortalarında işgalci ABD ve onun yedeğindeki (esasında çoğu Peşmergelerden ve birkişmida sözde peşmerge esasında PKK lılardanda oluşan, kuzeyde durum böyledir) Irak Milli Muhafızlarının, sözde direnişçi avı bahanesi ile, ama esasında Türkleri bölgeden temizlemeye yönelik olduğu her verişinden belli olan ve Musul kentinin 400.000 Türkün yaşadığı Telafer bölgesine hem havadan hemde karadan operasyon düzenlendi. Muhafızların Telaferde hemen her yerde sığındıklarını gördükleri her Türke ateş açılması sonucu onlarca Türk (yüzlercesi yaralandı ve bir soykırım metodu olan işkenceye tabi tutulmak için işkencehanelere götürüldü) soykırıma uğratıldı.
Irak Türkmen Cephesi (İTC) Telafer İl Başkanlığı Siyasi Sorumlusu Adil Selvi, 20 Şubat 2005 de konuyla ilgili açıklamasında konu ile ilgili olarak aynen şunları belirtmiştir:
“Dün akşam saatlerinde aniden Telafer”e yönelik saldırı başlatıldı. ABD askerleri ile İ Milli Muhafız askerleri (esasında kuzeyde bulunanlar neredeyse tümü Barzani ve Talabaninin adamıdır) tarafından düzenlenen saldırıda helikopterlerden iki bomba atıldı. Karadan ise Telafer”e giren askerler rastgele çevreye ateş açtılar. Dün akşamdan itibaren dışarı çıkma yasağı var. Dışarı çıkanlar silahlarla taranmaktadır. Sağlıklı bilgi alamıyoruz ancak bize gelen haberlere göre saldırıda 7 kişi öldü ve yaklaşık 40 kişi yaralandı. Kesin ölü ve yaralı sayısı ile maddi hasarin tespiti için sokağa çıkma yasağının bitmesini bekliyoruz” dedi.
Fakat daha sonra gelen veriler soykırıma uğrayanların sayısının yüzlerle olduğu şeklindeydi.
Özellikle soykırımları yaparken, aynı zamanda Telaferde, ekili alanların batı destekli Barzani, Talabani ve PKK tarafından tahrip edilmesi, çocukların ve gençlerin sebepsiz yere gözaltına alınması, işkence yapılması, ağır terör şartlarından dolayı binlerce Türkün, hem ev ve hemde işyerlerini terkini oluşturdu., Türkleri bölgeden yok etmeye yönelik olarak bu anlamdada bugünde ve bu saatlerdede, saldırılarını yoğunlaştıran Batı destekli işbirlikçi soykırımcı güç olan Barzani, Talabani ve PKK nın yüzünden, Türkler Telafer bölgesinden etnik temizliğe tabi olan zorunlu kaçış olayı yaşamaktadır. Evlerinden kaçan kişilerin ev ve mallarına soykırımcılar tarafından el konulmakta ve demografinin Aynen Kerkükte olduğu gibi bu bölgedede değiştirilmesi için klasik etnik-temizliklerde olduğu gibi, Türklerin geri dönmelerinin önüne geçilmektedir.
Aynı konuda bölgeye gidip gelen 21 Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Prof.Dr. Ümit Özdağ ise, Kerkük’te de bir Türkmen soykırımın ön hazırlığının yapıldığını Mart 2007’de 400 bin Türkmen’in yaşadığı Telafer’de ki olayı şu şekilde tarif ediyor: “önce şii Türkmen kardeşlerimize gıda yardımı yapılacağı yalanı ile yüzlerce Türkmen bir kamyonun etrafında toplandı. Sonra kamyon havaya uçurularak 13’u sünni diğerleri şii 57 Türkmen şehit edildi. Arkasından kendisine polis süsü veren peşmergeler sünni Türkmenlerin mahallelerini basarak 74 sünni Türkmen evlerinde kafalarından vurarak şehit ettiler, 40 tanesini kaçırdılar ve kaçırılanlar daha sonra ölü bulundu. Yakalan polis kıyafetli peşmergeler Barzani’nin baskıları sonucunda aynı gün serbest bırakıldılar.Bu adice oyun ile birbirlerine kırdırılmak istenen Türkmenler tuzağa düşmediler”
Yukardada değinildiği gibi 75 yıllık bir süreçte, Türk Dünyasının parçası olan Irak Türkleri, 1948 sözleşmesinin 2. Maddesindeki tüm şıklara göre hem 194 8 öncesi hemde sonrasında yok etmeye yönelik olarak, çeşitli soykırım yöntemleri kullanılarak soykırıma uğratılmışlardır. Bu soykırımın sorumluları, bu Sözleşmeyi göz önünde tuttuğumuzda, İngiltere, ABD ve İsrail ve bu güçlerin desteğindeki Barzani-Talabani ve PKK dir. Burada değinilmesi gereken çok önemli bir konu ise, Türkmeneli Bölgesindeki Türkler soykırım türlerinden en az kullanılanı olan “günlük soykırım” a tabi tutulmaktadır. Buda bize sürecin devam ettiğini göstermektedir.
Kıbrısta Türk Soykırımı
Doğu Akdenize hakim olan stratejik önemdeki ve etrafı petrol ve gaz yataklarıyla dolu yüzen ada olarakta tabir edilen Kıbrısta da, 1948 sonrası olaylara soykırımlar açısından değinecek olursak, 1962-1963 ve 1974 yılında bizzat, Batı destekli Yunanlı subayların yönettiği ve adının Akritas planı sonradan belgelerden dolayı ortaya çıkan, yani Türkleri adadan yok etme ve adayı Yunanistanla birleştirme dünyanın Enosis (Ermenistanda Karabağı Enosişleştirmek istiyor) olarak bildiği planları çerçevesinde adada Türk soykırımı yaptılar. Bugün biz daha açık olarak bu soykırım planlarının yapıldığını ve uygulandığını, hem ABD nin gizliliği artık kalkmış olan belgelerinden ve Rum yönetiminin eskiden ve bugün başında bulunan şahısların cüretli ve güncel basınada yansıyan açıklamalarındanda görüyoruz ve biliyoruz..
Dönemi yaşayan görgü tanıkları olayların bir soykırım olduğunu ve Batı ve Yunanistan destekli Rumların (kısmen araplar tarafındanda desteklendiler) Türklere yaptıkları soykırımları şu şekilde anlatıyorlar.
O dönemde Rumların Türklere yaptıkları soykırımları yazar James Rayner de Crushed Flowers da (1982) kitabında:‘Kıbrıslı Rumlar 20 yüzyıldaki tavırlarıyla katliamlar yaparak barbarlığı temsil ettiler. Bunlar sadece kana susamış bir biçimde Türkleri katletmediler aynı zamanda onları yarı canlı olarak mezarlara da gömdüler. Bu toplu mezarlara gömülenler, Rum vahşetinin, dünyadaki insanlığa bir göstergesidir. Toplu mezarlardan çıkarılan iskelet delilleri ise yıllarca, bize, Rumların vahşice tatbik ettiği, feodal kuralların, sonuçlarını gösterecektir’ . diye yazıyor.
Aynı olaylara bizzat güncel olarak tanıklık eden, The Times muhabiri David Leigt, Türklere karşı yapılan soykırımcılığı, gazetesinde şöyle açıklıyor:
‘Kıbrıs’a müdahale sırasında (Türk Ordusunun Barış Harekatı sırasında), yüzlerce Türk Rum Milli Muhafız ordusu mensuplarınca esir alınmıştı. Esir alınan kadınların ırzına geçilmiş, çocuklar ise sokak ortasında katledilmiş katledilmiş ve Limasol’daki Türk mahallesi tamamen yakılıp yıkılmıştı’ demekteydi.
Meşhur EOKA lideri ve bugünkü Güney Kıbrıs Rum yönetimi başkanı Tasos Papadapulosdan (akritas planının ikinci kurmay başkanı idi) emir alan Nikos Sampson’un, Eleftherotipia gazetesine verdiği bir mülakattaki anlattıklarından, Türklere karşı Rumlar tarafından yürütülen bu soykırımın nihai amacının ne olduğu ortaya daha açık bir biçimde çıkmıştır Sampson şöyle diyor demecinde; Eğer, Türkiye, Adaya müdahale etmeseydi, ben, sadece Enosisi deklare etmekle kalmıyacak, Adadaki var olan tüm Türk varlığını da ortadan kaldıracaktım diyor.
Yukarıda verilen örneklerdede gördüğümüz anladığımız gibi, Türkler soykırımcılar tarafından Karabağ, Kıbrıs ve Türkmenelinde aynı amaçla değişik bölge ve zaman dilimlerde soykırıma tutulmuşlardır.
Peki Soykırımlar nasıl önlenecektir? Bunlar bizim üzerimizde tekrarlanarak bu şekilde süecekmidir.? Tabiki bunun cevabını bulmamız için bizzat Türkiye Cumhuriyetinin 1974 harekatını iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Bize ilham vermesi açısından Türkiye Cumhuriyetinin Kıbrısta soykırımlar sürerken, 1960 Londra ve Zürih antlaşmalarından doğan garantör hakkını kullanarak, adaya müdahalesinin haklı nedenlerini ve olumlu sonuçlarını görmemiz gerekiyor. Bu gerçeği o dönemdede gören, Londra’da Labour House’da 17 Aralık 1986 tarihindeki konuşmasında Lord Willisin sözleri bizim ve soykırım önlenmesi için çok önem taşıyor. Willis bir çok batilinin aksine o dönem saptamasını aynen şu şekilde vurguluyor; Türkiye’nin müdahalesi, Kıbrıs Türklerinin hayatını kurtardı. Bu konuda Türkiye kredilendirilmelidir. Artık bu müdahaleden sonra, Kıbrıs’ta, 12 yıldır hiç kimse öldürülmüyor ve katledilmiyor diyerek adada soykırımların sona erdiğini belirtiyor, böylelikle bu anlamda Willis verdiği bir Türkiye örneği ile soykırımların nasıl önlenebileceğinin de dünyaya tarihsel bir örneğini veriyor.
Soykırımları önleme konusundaki Kıbrısa yapılan Türk müdahalesinin, bugün Türkmeneli ve Karabağ konusundada söz konusu olduğunu açıkça görebiliyoruz. Uluslararası camianın soykırıma uğrayan Türkler söz konusu olduğu zaman, harekete geçmediğinide çeşitli uluslararası kurumların Türklerin kendi insiyatiflerini geliştirmelerini önlemek içinde çeşitli oyalama grupları (MİNSK gurubu gibi) veya komisyonları kurarak esasında hiç bir şey yapmak istemediklerini yaşayarak öğreniyoruz. Bu bakımdan geçmişte oluşan Ermenilerin Karabağdaki ve diğer Türk bölgelerindeki işgalinden veya sadece soykırımlar ve etnik temizlik olayları anlamında değil aynı zamanda bugünde Karabağ ve işgal edilen Türk topraklarındaki Türklere ait kültürel abidelerin, mezarların ve buna benzer değerlerinde kültürel olarak soykırıma uğratılmasını önlemek için, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu tarafından en yüksek standartta eğitilen Azerbaycan Milli Ordusunun teknik ve muhabere yapma açısından hızla güçlenmesi ve bu işgale ve kültürel soykırıma ve insanlık suçu olan soykırımcı etnik temizliğe karşı harekete geçmesi gerekmektedir. Bu vatan savunmasında hiç bir tartışmaya yol açmıyacak meşru bir haktır. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyetinin Kıbrıstaki Soykırımlara meşru hakkını kullanarak dur deme metodu çok anlam taşımaktadır. Kıbrıstada olduğu gibi Karabağda konusundada bugün sadece haklı olmak yetmemektedir. Aynı zamanda bileğininde yani Ordununda güçlü olması gerekmektedir. Bu anlamda Türk Dünyasının genel olarak dahada duyarlı olması ve dil pehlivanlığından ve işi ağır başlılık davranışı gösteriyoruz diyerek başka ülkelerin insaflarına bırakmaktan çıkararak, hem Karabağda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde ve Türkmenelindeki duruma karşı daha aktif insiyatif geliştirmesi, Türk Dünyasının hayrina olacaktır. Türk dünyasının kanayan bu çok acil üç yarasına kenetlenerek çözüm üretmemiz ve sonuçlandırmamız gerekmektedir. Bu anlamda ancak Türklere karşı bundan sonra yapılabilecek, yapılan soykırımların ve soykırımcı işgallerin önüne geçebiliriz. Bunun dışında ise bilimsel hukuki yollar kullanılarak Türklere karşı 1948 sonrası yapılan soykırımlar konularında ise, Azerbaycan ve Türkiye Cumhuriyeti başta olmak üzere, diğer Türk devletlerininde doğrudan katkıları ve Türk Milli Kitle örgütlerinin (“sivil toplum”) iyi organize olan desteğiyle bilimsel çalışma grupları kurup, çok dilli raporlar hazırlamalıyız, kitaplar çıkarmalı, konferanslar, sempozyumlar ve uluslararası projeler yapmalı ve etkiliyerek dostlar kazanmalıyız. Bu çalışmaları hem kendi insanlarımızı aydınlatmada hemde uluslararası arenada kullanma ve tüm insanlığı bu konuda aydınlatmada kullanmalıyız. Bu göründüğü ve sanıldığı kadar zor değildir. Yeterki Türk kimlikli Kitle örgütleri, bu konu üzerinde bilimsel düzeyde yetişmiş eleman oluştursun, var olanları desteklesin ve Kamu (resmi) ve özel sektörden maddi imkan sağlansın, bu çalışmalar yapılır ve başarıya ulaşılır. Soykırımcıların yargılanması için raporlar hazırlanır ve Mahkemeler açılır.Yeterki Türk Cumhuriyetleri evet desin, Çağımızda en zor dönemlerde Mustafa Kemal Atatürkü, Haydar Aliyevi, Mehmet Emin Resulzadeyi, Doktor Fazıl Küçükü, Rauf Denktasi, Abullah Abdurrahmanı, Dr. Mustafa Kemal Yaycılıyı, Dr. Sadık Ahmeti ve nicelerini içinden çıkartan Türk Milleti işte bu konudada başarılı olacaktır. Tarihimiz bize bunu söylüyor. Biz Laheyde benim başında bulunduğum Lahey Türklere soykırımları Araştırma Vakfı olarak, Bu konuda, yani Türklere yapılan soykırımlar konusunda, Laheyde Müze ve Araştırma Mekezininde olduğu ve önünede Türklere karşı yapılan soykırımları tasvir eden bir anıtın dikildiği bir bina alımı ve bu konuda kurumlaşmaya gidilmesini burada ve burada olmayan ama bizi çeşitli yollardan izleyen diğer resmi ve sivil tüm Türklere öneriyoruz. Biz bu konuda insiyatif aldık. Bu insiyatifi kollektifleştirmek için resmi ve sivil toplum örgütlerine ortak çalışma çağrısı yapıyorum. Bu konuda hiç vakit kaybetmeden herkez benimle ilişkiye geçebilir. Türküm ve Türk dostuyum diyen herkezide göreve davet ediyorum. Ben şahsen hangi meslek, konum ve mekanda olursak olalım,Türküm diyen herkezin bu konulardada bir dava dervişi olmasını bekliyorum.
Günümüzde hem içerden hem dışardan Türklüğe karşı saldırıların yapıldığı bugünlerde asla hayıflanmak ve karamsar olmak bize yakışmaz. Unutmayalımki Türklük aynı zamanda başarı sanatınında adıdır.
Son olarak bu yazımı Büyük Türk Ulu şu Hünkar Hacı Bektaşi Veli nin bir sözü ile bitirmek istiyorum. Bir olalım, diri olalım , iri olalım!! diyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder