31 Aralık 2018 Pazartesi

BU HABER DOĞRU İSE, DİYANET'E İTİBAR ETMEK GEREKMEZ!.."Hutbelerde haram yemeyin, hırsızlık etmeyin, rüşvet almayın vermeyin, iltimas geçmeyin ifadelerini duyamaz olduk" (İP M.vekili İbrahim Halil Oral)

İYİ Partili İbrahim Halil Oral’dan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a sert eleştiriler!..
İYİ Parti Antalya Milletvekili İbrahim Halil Oral, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi ile ilgili olarak yaptığı konuşmasında, Başkanlığın (Atatürk, Cumhuriyet ve İstiklâl düşmanı bir meczubun ziyaret edilmesi dâhil) son dönem uygulamalarına ve Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’a sert eleştiriler getirdi.
Aralık ayı içerisinde TBMM'de yapılan bütçe görüşmelerinde Diyanet'in bütçesinin ele alındığı oturumda konuşan İYİ Parti Antalya Milletvekili İbrahim Halil Oral, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ı eleştirdi. "Hutbelerde haram yemeyin, hırsızlık etmeyin, rüşvet almayın vermeyin, iltimas geçmeyin ifadelerini duyamaz olduk" diyen Oral, "Camilerde hutbeler siyasi gündemler ve ideolojik yaklaşımlar esas alınarak okunmaktadır" ifadelerini kullandı.
Konuşmasında Diyanet'in Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulduğunu hatırlatan, Antalya Milletvekili Oral, "Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay aynı kanunla Atatürk tarafından kurulmuştur" dedi.
Oral'ın TBMM'de yaptığı açıklamaları şöyle:
"Diyanet İşleri Başkanlığı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından Genelkurmay Başkanlığı ile aynı kanun içerisinde kurulmuştur. 
Atatürk, Diyanet İşleri Başkanlığı’na büyük önem vermiştir. Diyanet’e verilen önemi göstermek için uzun yıllar Protokolde Cumhurbaşkanı’ndan sonra Diyanet İşleri Başkanı gelmiş, sembolik olarak Genelkurmay Başkanı’ndan 5 lira fazla maaş verilmiştir. Diyanet, toplumumuzda birlik ve beraberliğin mayası haline gelmiş, dini sapkınlarla mücadele etmiş ve Türk vatandaşlarının doğru dini bilgiye ulaşmasının, dini hizmetlerin doğru yürütülmesinin öncüsü olmuştur. Bir ilahiyatçı kardeşiniz olarak bugün de Diyanet yönetimi için benzer şeyler söylemek isterdim. Ancak günümüzde maalesef Diyanet yönetimi neresinden tutulursa tutulsun elde kalır bir hale gelmiştir. Meclisimiz her geçen yıl Diyanet’e daha nitelikli faaliyet yürütmesi için, daha çok bütçe hakkı tanıyor. Ama sonuç yine hüsran oluyor. Televizyonlarda din adına konuşan bir kısım din adamları, İslam’ın içini boşaltarak sadece şekli bazı hususları dile getiriyor. Hutbelerde haram yemeyin, hırsızlık etmeyin, rüşvet almayın vermeyin, iltimas geçmeyin ifadelerini duyamaz olduk. Camilerde hutbeler siyasi gündemler ve ideolojik yaklaşımlar esas alınarak okunmaktadır. Bu sebeplerle bazı camilerde vatandaşlarımızın cuma namazını terk ettikleri bilinmektedir. Hatta bu sebeplerle namaza gitmeyen insanlarımız vardır.
Sayın Ali Erbaş geçtiğimiz günlerde “Kur’an okumayan çocuklar şeytanla beraberdir.” diye demeç vermiştir. Bu nasıl bir dildir? Bu nasıl bir zihniyettir. Hiçbir vatandaşımıza böyle ifadelerde bulunulamaz. İslam dini böyle mi anlatılır? Resulullah Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Bu hadisin gereğini yapmıyorsunuz, yapamıyorsunuz.
Bu bütçeyi Türklük ve Atatürk düşmanı bir meczubu ziyaret eden Ali Erbaş yönetecek. Bu durumu kabul etmemeliyiz, edemeyiz. Sayın Erbaş’a sesleniyorum: Siz, büyük din adamı, ilk diyanet işleri başkanı, verdiği fetvalarla Müslüman Türk milletinin üzerinde yaşadığı vatanın kurtarılmasına büyük katkılar sunan merhum Rıfat Börekçi Hocanın makamında oturup; işgalci ve ırz düşmanı haçlıları öven o meczubu ziyaret edemezsiniz."
“İSLAM SİYASALLAŞTIRILIYOR”
"Bugün 100 civarında ilahiyat fakültemiz, 1500’ün üzerinde imam-hatip okulumuz, 100 bin camimiz ve 150.000 civarında din görevlimiz var. Peki, neden gençlerimiz en basit dini bilgilere bile sahip değil, neden hâlâ gençlerimizi terör örgütlerinin pençesinden kurtaramıyoruz, neden boşanma oranlarımız evlilik oranlarımızı geçiyor, neden hala kadına ve çocuğa şiddeti önleyemiyoruz, neden hâlâ rüşvetten, torpilden yakınıyoruz. Neden binlerce insanımız yıllarca yanlış bilgilerle, bir teröristi din adamı gibi görüp peşine takıldı? Demek ki, Diyanet İşleri Başkanlığı da Milli Eğitim Bakanlığı da "eğitim ve öğretim" görevlerini doğru düzgün yapmıyor.
İslam siyasallaştırılıyor değerli milletvekilleri. Bakın eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Prof. Dr. Ali Bardakoğlu ne diyor: “İslam bir ideoloji değildir. Siyaset ve İslam’ın iç içe olması İslam’a büyük haksızlıktır. Siyasete kızan dine de kızmaya başlıyor. Siyasetin yanlışı dine ait olmaya başlıyor” ne kadar da doğru bir tespit. Sıffin Savaşı’nda mızrakların ucuna Kur’an yaprakları takan, İslam adına hile yapan zihniyet bugün milletimizin üstünde bir gölge gibi dolaşmaktadır. Allah adına yalan uyduranlara karşı, mızrak uçlarına Kur’an yaprakları takan hilecilerin bu zihniyetine karşı Hz. Ali’nin ilmi ve cesaretiyle mücadele et
Kaynak Yeniçağ: İYİ Partili Oral’dan Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’a sert eleştiri

21 Aralık 2018 Cuma

Türk Dünyası ve Dil'de/Yazı'da Birlik Yönünden Çok Önemli ve Değerli Bir Gelişme: "ALFABE SEMPOZYUMU VE TURK DUNYASININ DİL (Yazı ve Alfabe) MESELESİ" Hedef: Dil'de Birlik, İş'de Birlik ve Fikir'de Birlik Olmalı!..

HANİ DİL'DE BİRLİK?.. "ALFABE SEMPOZYUMU VE TÜRK DÜNYASININ DİL/YAZI MESELESİ"
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü yine (Türk Devletleri ve akraba topluluklarında kullanılması gereken) alfabe konusunda tarihi bir sempozyuma imza attı. İstanbul’da 20-21 Kasım 2018 tarihlerinde II. Milletlerarası Çağdaş Türk alfabeleri sempozyumunu gerçekleştirdi. İki gün süren sempozyumda sekiz oturumda Türk dünyasının çeşitli ülkelerinden bilim adamları 30’dan fazla bildiri sundu. Ancak, aynı anda iki oturum gerçekleştirildiğinden birbirinden önemli bu bildirilerin hepsini dinleme imkanı olmadı. Keşke sempozyum üç güne uzatılıp tek oturumlu bir sempozyum olsaydı da, ilim adamları birbirini dinleme imkanına sahip olsaydı daha verimli olurdu.
Bu sempozyumu büyük fedakarlıklarla gerçekleştirdiler.
Ancak, çok kısıtlı imkanlarla çalıştıklarını söyleyen yetkili arkadaşları kutluyorum, çünkü bu sempozyumu büyük fedakarlıklarla gerçekleştirdiler. Oysa bu sempozyum Türk Dil Kurumu’nun yıllar öncesinden yapması gereken bir bilimsel faaliyetti. Kurum Başkanı Prof. Dr. Gürer Gülsevin daha görevde yeni olmasına rağmen büyük destekler vermiş bulunuyor. 
Günümüzde TDK eskisi gibi yalnız değildir. Beş bağımsız Türk Cumhuriyeti daha vardır ve hepsinin tarihi 1920’lere kadar giden dil kurumları da mevcuttur. Bunlar kendi aralarında işbirliğini güçlendirmelidir. Buna Türk dillerinin ihtiyacı vardır. Çünkü, Türkçe çok büyük bir ailedir, alemdir. Nitekim, ünlü dil bilgini Ali Şir Nevai bir sözünde şöyle diyordu: “Türkçenin derinliklerine daldığım zaman 18 bin alemden daha büyük bir alem gözüme göründü.” Böyle muazzam bir dilin elbette muazzam sorunları olacaktır. Bu sorunları ancak Türk dili konuşan ülkeler güç birliği yaparak aşabilir. Bundan dolayı biz sempozyumdaki konuşmamızda Türk Dünyası Dil Enstitülerinin kendi aralarında bir birlik oluşturmalarını ve hatta Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanlarının istişare organı olan Türk Keneşinde Türk dünyasının dil meselelerinin ele alacak bir DİL KENEŞİ (Dil Konseyi) kurulmasını teklif ettik.
Türk dünyasında latin alfabesine geçiş süreçlerinde Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev 26 Ekim 2017’de Latin harflerine geçişi öngören karara imza atması bir dönüm noktasıdır. Nitekim Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Okan Yeşilot açılış konuşmasında sempozyum yapma kararını Nazarbayev’in ülkesini Latin harflerine geçmesi kararından sonra aldıklarını söyledi.
Bize göre, Nazarbayev’in kararı ve İstanbul’daki bu sempozyum ile Türk dünyasında alfabe meselesi büyük oranda sonuçlandırılmıştır. Bundan sonra Türk dünyası genel olarak DİL MESELESİNE eğilmesi yerinde olacaktır. Alfabe de dil meselelerinin bir parçası olarak ele alınmaya devam edecektir elbette. Dil meselesi günümüzde sadece Türklerde değil, Almanya, Fransa ve Rusya gibi dünyanın bir çok gelişmiş ülkesinde de vardır. Alfabe, imla kuralları, transkripsiyon, bilgisayarlı çeviri, sözlükler, egemen dillerin bozucu etkisinden korunma ve yeni kavramlara ile teknolojilere Türkçe kelime türetme gibi bir çok konuları kapsayan dil meseleleri genel olarak ele alınmalıdır.
Şimdi ortak alfabe diye çok tartışıyoruz, ama onun kadar önemli bir de ortak imla kuralları meselesi var. Onun da eş zamanlı ele alınması gerekir. Mesela, Türkçede “George” ismi aynen yazılırken, Kazakçada okunduğu gibi, yani “Jorj” olarak yazılması gündemdedir. Türkçede özel isimlerden sonra, mesela, “İstanbul’da” denildiğinde kesme işareti kullanılmaktadır.
Kazakça imlada kesme olmadan “İstanbulda” yazılmaktadır. Bu kuralları da ortak hale getirmenin yollarını aramakta fayda olduğu aşikardır. İşte buna benzer dil ile alakalı tüm meseleler Türk Keneşi bünyesinde kurulacak bir Dil Keneşinde ele alınabilir ve Türk Keneşi bu kararların tüm devletlerde uygulanmasında etkili olabilir. Böylece dil konusunda alınan kararların tavsiye kararı olarak sürüncemede kalması önlenmiş olabilir.
II. Milletlerarası Çağdaş Türk Alfabeleri sempozyumunda biz “Türk dünyasında Latin Alfabesine Geçiş Süreçleri” ile bir sunum yaptık. Biz bu sonumuz da ortak alfabe konusundaki çalışmaların tarihini ele aldık. Latin temelli ilk ortak alfabenin 1926 Bakü Türkoloji Kongresinin kararları doğrultusunda 1927’de ele alınarak 33 harfli bir alfabenin hazırlandığını ve bu alfabeyi 1928-1940 yılları arasında SSCB içindeki tüm Türk devletlerinin kullandığını, Türkiye’nin de 1928’de kabul ettiği Latin harflerinin bu ortak alfabe temelinde hazırlandığını söyledik. Bu günden baktığımızda, o dönemin bilim insanlarının da, devlet adamlarının da ne kadar uzak görüşlü olduklarını daha iyi anlıyoruz.
Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü gerçekleştirdiği II. Milletlerarası Çağdaş Türk Alfabeleri sempozyumunu yine tarihi bir toplantıya imza atmıştır. Başta sempozyumun eşbaşkanları Prof. Dr. Okan Yeşilot ve Doç. Dr. Özlem Deniz Yılmaz olmak üzere tüm emeği geçenleri kutluyorum. Prof. Dr. Abdulvahap Kara (21.12.2018-17.20-Ulusal Ajans & Ulusal Haber+Azerbaijani Community a_c_a_o@yahoo.com)

15 Aralık 2018 Cumartesi

KANAYAN BİR YARA!. Türkiye Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne, Eğitim Sistemsizliği Yüzünden Ulaşamadı! "DESAM" Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Eğitimci: Gürkan AVCI, (15 Aralık 2018)

DESAM: Türkiye Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne, Eğitim Sistemsizliği Yüzünden Ulaşamadı!
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) “Türkiye’nin Muasır Medeniyet Seviyesinin Üzerine Çıkma Hedefinde Milli Eğitimin Eleştirisi” gündem ana temasıyla Ankara Kocatepe ofisinde toplandı.
Türkiye Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne; Eğitim (ve Öğretimin) Sistemsizliği Yüzünden Ulaşamadı!
DESAM mütevelli heyet üyeleri ve yönetim kurulu ile davetli düşünce kuruluşlarının murahhas üyelerinin, akademisyenler, uzman eğitimciler ve iş insanlarının iştirakiyle gerçekleşen toplantının kapanış/sonuç oturumunda konuşan DESAM Başkanı Gürkan Avcı, “İlkel, kaba ve yapboz bir milli eğitim vizyonumuz olduğu için büyük devlet ve muasır millet olma parametrelerini bir türlü yakalayamadık. Ehil ve liyakat sahibi şahıslar yerine torpilli, fanatik partili-ideolojik kişileri iş başına getirdiğimiz için eğitimde ciddi miktarda vakit ve kan kaybettik. Türkiye’nin eğitimde deneme yanılma politikası gütme lüksü artık kalmadı. Yapılacak her hatalı reformun yüz yıla bedel etkisi olacak ve vahim sonuçlar doğuracaktır. Önümüzdeki iki-üç yılda atacağımız adımlar Türkiye’nin yüz yılın kalanında nerede olacağını belirleyecektir” dedi. Türkiye’nin eğitimde büyük hüsran ve başarısızlıklar yaşadığını; kişi başı 10 bin dolarlık ekonomiden 20 bin dolara doğru bir başarı destanı yazılacaksa bunun ancak eğitim sistemini yüzyıla taşıyarak, 20 milyon öğrenciyi ve 1 milyonluk eğitimci ordusunu yanına alarak mümkün olabileceğini kaydeden Gürkan Avcı, şunları söyledi;
DERS SAATLERİ VE TATİL SÜRELERİ KISALTILMALI, SINAV VE ÖDEV SAYISI AZALTILMALIDIR
Türkiye eğitim sistemini ve sosyal politikalarını reel politikle dönüştürerek Milli Eğitim Bakanlığını yetenek kuluçka makinasına çevirebilir. Türkiye bilimsel, tamamen parasız, demokratik, özgün ve sofistike bir eğitim sistemiyle dünyanın en ünlü ve saygın ekonomisini yaratabilir. Türkiye eğitim reformlarına işin mutfağında başlayarak hem ders saatlerini ve tatil sürelerini kısaltmalı hem de sınav ve ödev sayısını azaltmalıdır.
BİR İŞ ADAMININ ÇOCUĞUYLA İŞÇİNİN ÇOCUĞU AYNI OKULDA OKUR HALE GELMELİDİR
Okullarımızın eğitim kalite standardını eşitleyerek bir iş adamının çocuğu ile bir işçinin çocuğunu aynı sınıfta yan yana okur hale getirmeliyiz. Herkes için eşit ve adil eğitim fırsatları yaratmalıyız. Ayağı yere basan yenilikçi reformlar yaparak gençliğin değişim ruhunu güçlendirerek başarıya hedeflemeliyiz.
YARDIMCI DERS KİTAPLARI VE OKUL YEMEĞİ DE ÜCRETSİZ VERİLMELİDİR
Ücretsiz ders kitabı, okul sütü gibi başarılı politikalar geliştirilip yaygınlaştırılarak tüm yardımcı ders kitapları, eğitim kırtasiyesi ve takviye dershaneleri de ücretsiz bir şekilde sunmalıyız. Okul kantin ve kafeteryalarında sağlıklı yemekler ve taze meyve ücretsiz bir şekilde her çocuğumuza ikram edilmelidir.
HER OKULDA HEMŞİRE, DOKTOR, PEDAGOG, PSİKOLOG İSTİHDAM EDİLMELİDİR
Her okulda birer uzman hemşire / doktor / pedagog / psikolog dönüşümlü olarak istihdam edilmeli; her türlü sağlık sorunlarına, ruhsal, zihinsel ve bedensel gelişim geriliklerine yönelik ciddi bir takip ve rehberlik hizmeti verilmelidir. Çünkü okullarda çocuklar arasında yaşanan sosyal yoksulluk/yoksunluk, imkânlara ulaşmada eşitsizlik ve temel hizmetlerin yetersizliği eğitim sisteminin verim ve başarısını çökerten en güçlü etkenlerdir.
HER ÇOCUK HAYATA EŞİT HAKLAR; EŞİT İMKÂN, KAYNAK VE ŞARTLARDA BAŞLAMALIDIR
Kaliteli eğitime sadece parası olanlar ulaşabiliyor. Türkiye’de doğan her çocuk mensubu olduğu sosyal ve siyasal sınıfından bağımsız olarak hayata eşit başlamalı ve eğitim hayatının sonuna kadar bu eşitlik kesinlikle sağlanmalıdır. Bu sağlanamaz ise, gençlerimiz dünyadaki diğer akranları karşısında bireysel benlik ve bağımsızlıklarını geliştiremez; vatandaşı oldukları ülkesine, içinde yaşadıkları milletine; aile, okul ve evlilik gibi temel kurumlarına duydukları bağlılıkta dengesizlik ve hayata dair yaygın bir memnuniyetsizlik yaşamaya devam ederler.
ÖĞRETMENLİK EN SEÇKİN VE SAYGIN MESLEK HALİNE GETİRİLMELİDİR
Ardından en çağcıl bir mesleki formasyon ve mükemmel bir üniversite eğitimiyle çok özel ve çok özgün milli bir öğretmen yetiştirme politikası hayata geçirmelidir. Ülkemizin en yetenekli ve zeki gençleri tıp, hukuk, mühendislik eğitimi yerine öğretmenlik mesleğini büyük bir aşk ve idealle tercih eder hale getirilmelidir.

2023, 2053, 2071 MİLLİ HEDEFLERİ BAŞARILI BİR MİLLİ EĞİTİMLE MÜMKÜN OLUR
Türkiye zorunlu eğitim sürecini böylesi bir eşitlik ve sosyal şefkat kapsayıcılığıyla taçlandırmalıdır. Türkiye böyle bir eğitim sistemiyle gerçek bir diriliş ve kutlu bir devrime ancak sahne olur. İşte o zaman herkes ülkesi için elini taşın altına hakikatle koyar ve yardıma koşar. Güçlü, dirençli ve başarılı bir millet, özgür, müreffeh ve bağımsız bir devlet böylesi bir eğitim sisteminin inşasıyla ve böylesi bir insan sermayesinin ihyasıyla mümkün olur. Bu sayede hızlı ve derinlikli bir sistemsel dönüşüm gerçekleştirerek dünya liderliğine koşar adımlarla gideriz. Tüm medeni göstergelerde dünya sıralamalarının tepesinde yer alır, dünyadaki yoksulluğun, açlığın, savaşın önüne geçerek sorumluluk alan necip bir millet, saygın ve lokomotif bir devlet o zaman olabiliriz. Eğitimde önceliğimiz bunlar olmalıdır. Çağdaş, demokratik ve özgün bir milli bir eğitim sisteminin inşasını sağlamadan talip olunan 2023, 2053 ve 2071 gibi milli hedefleri yakalamak ve korumak mümkün değildir. Yoksa Türkiye'nin var olan stratejik avantajları da riske girer. Fatih projesi başta olmak üzere bir çok eğitim politikasındaki ölçüsüz devlet müsriflikleri eğitim vizyon kapasitemizi sürekli geriye götürmektedir. Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmış bir Türkiye demokrasi, insan hakları, kadın ve çocuk hakları, çevre gibi jenerik tüm başlıklarda en gelişmiş standartları yukarıya taşıyarak oluşabilir. Böylesi ideal bir hayat alanı inşasında temel referans güçlü ve çağdaş bir eğitim sistemi olacaktır.
EĞİTİM REFORMLARI VERİYE DAYALI YAPILMIYOR
Eğitimde başarı ve verimi yakalayamıyor olmamızın temel nedenlerinden birisi de yapılan reformların veriye dayalı olmamasıdır. Bir diğer nedeni ise tüm eğitim paydaşlarının fikir ve katkılarını almadan ve pilot uygulama yapmaksızın alelacele hayata geçirmemizdir. Türkiye’de reform deyince akla gelen ilk milli eğitim sistemidir. Küreselleşen dünyada her şey hızla değişiyor, eğitimde. Değişen yaşam doğasına hazır ve uygun nesiller yetiştirmek elbette gerekiyor. Fakat bizim ülkemizde sorun tespiti bilimsellikten uzak, ihtiyaç analizi yapılmamış, çözüm geliştirme perspektifi eksik, verileri belirsiz bir anlayışla kapalı kapılar ardında pedagojik bir vizyon yerine ideolojik bir kaygıyla kararların alındığı bir eğitim reformu ahlakımız var. Böyle olduğu için de Türkiye’de her iktidar, her bakan hatta her bürokratik kadro değişiminde ve aklımıza estikçe her yıl ve apansızca milli eğitimin rotası ve genetiği değişiyor. Her gelen Milli Eğitim Bakanı kendi kadrosu, öncelikleri ve dar kadrolarınca tercüme odalarında hazırlanmış çözüm yol haritaları ile geliyor.
CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA 78 MİLLİ EĞİTİM BAKANI DEĞİŞTİ
Sıkıntı şu ki, Cumhuriyet tarihi boyunca son 98 yılda 78 milli eğitim bakanı geldi. Ortalama 1.2 yıla bir bakan düşüyor. Dolayısıyla 1.2 yılda bir eğitimde reformdan söz ediyoruz. 78 milli eğitim bakanı arasında eğitim sisteminin mutfağında yetişmiş, eğitimden hakkıyla anlayan bakan sayısı ise o kadar az ki. Böyle olduğunda da hem dünya klasmanında hem de kendi içimizde eğitim sıralamalarında yıllar itibariyle geriye gidiyoruz. Diğer taraftan, eğitime harcanan bütçe, harcanan para artıyor ama bu artış daha çok enflasyon sebepli. Milli eğitime ayrılan 113 milyar TL bütçe, milli gelirin ancak yüzde 2.5’i. Milli Eğitim bütçesindeki yatırım oranı yüzde 8. Bu çok yetersiz bir oran. Gerek genç nüfusu gerekse eğitim sistemindeki sorunları bizimle mukayese edersek kat kat düşük olan İsveç, İsrail, Danimarka gibi ülkeler milli gelirlerinin yüzde 7-8’ini milli eğitime ayırıyor. Türkiye’de okullaşma oranları artıyor, okul binalarının kalitesi fiziksel imkanları iyileşiyor. Tüm bunlarda iyiye giden bir durum söz konusuyken eğitimde kalite ve başarı gittikçe düşüyor. Bunu sorgulamak lazım. Türkiye bilim ve aklın rehberliğinde bir eğitim sistemi için ortak akla ve veriye dayalı reformlar yapmalı. Türkiye kendi kültür, tarih ve önceliklerini göz önünde bulundurarak dünyadaki başarılı eğitim sistemlerini inceleyip kendi özgün eğitim sistemini oluşturmalıdır.
MİLLİ EĞİTİM ŞURASI DERHAL DEVREYE SOKULMALIDIR
Türkiye derhal geleneksel şura geleneğini devreye sokmalıdır. Başta Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk olmak üzere Milli Eğitim Bakan Yardımcılarımız Sayın İbrahim Er, Sayın Mustafa Safran, Sayın Mahmut Özer ve Sayın Reha Denemeç beyefendilere önemle ve dikkatle çağrıda bulunuyorum. Milli Eğitim Şurası çözümün ana kilididir.
Milli Eğitim Şurası çok çok önemli. Bizim tarihi şura geleneğimizde kapıyı herkese, her paydaşa, her fikre açmak vardır. İlgili herkes gelir ve sorun bütün boyutlarıyla demokratik bir şekilde masaya yatırılır ve herkes çözüm önerisini ortaya koyar. O şurada benimsenen çözümler ve yol haritaları pilot uygulama ile hayata geçirilir ve akabinde rehabilite edilerek modellenir ve tüm ülkeye uygulanır. Milli eğitimde şura geleneğini kurtuluş savaşı koşullarında bile işleten Türkiye’nin muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma savaşımında da Şura kültürünü özüne sadık kalarak sürdürmesinde büyük faydalar görüyorum. Şurada her kese kapılar açılmalı, bunu başarabilirsek eğitimdeki bütün sorunların çözümünün kendi birikimimizde zaten mevcut olduğunu görürüz.
DES Genel Merkezi <des.genelmerkez@gmail.com> Cmt 15.12.2018, 08:59-
Referans/Kaynak: ANKARA, Ulusal Haber & Ulusal Ajans

8 Aralık 2018 Cumartesi

Girit Adası’nın dörtte üçü Türkiye’ye aittir! "Ümit YALIM M.S.B.Eski Genel Sekreteri" ve AH O YEMENDİR DUL KALAN NENENDİR…Ömer Sağlam 07.12.2018.. *En büyük Osmanlı Askeri Mezarlığı: YEMEN!.. SORU: İslâm İşbirliği Teşkilâtı İİT NE İŞ YAPAR?..

MÜTHİŞ BİR İDDİA!.. 
Girit Adası’nın dörtte üçü Türkiye’ye aittir!
Türkiye Cumhuriyetinin tapusu olan ve bütün hükümleri mutlaka uygulanması zorunluluk arz eden 1923 Lozan Antlaşması’nın 12. Maddesi ile başta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere olmak üzere toplam sekiz devlet tarafından, Girit Adası’nın sadece dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu teyit edilmiştir.
HABER.MAKALE: Ümit YALIM 
Milli Savunma Bakanlığı Eski Genel Sekreteri (7.12.2018 02:00) 
Girit Adası üzerinde Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ olmak üzere toplam dört devletin paylı mülkiyet hakkının olduğu bir kez daha kayıt altına alınmıştır
Girit Adası’nın hukuki statüsü hakkında tarihçiler tarafından kullanılan iki tez vardır. Birinci tez, “Girit Adası’nın 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması ile hukuken Yunanistan’a terk edildiği ve 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ile de kesin olarak Yunanistan’a verildiği” tezidir. İkinci tez ise, “Girit Adası’nın, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması ve 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması ile kesin olarak Yunanistan’a bağlandığı” tezidir. Ancak tarihçiler tarafından kullanılan her iki tez de tarihi, coğrafi ve hukuki gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Girit Adası’nın hukuki statüsü, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması, 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması, 14 Kasım 1913 Atina Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması olmak üzere toplam dört antlaşma ile belirlenmiştir. Anılan antlaşmalara göre Girit Adası’nın sadece dörtte biri Yunanistan’a aittir.
30 MAYIS 1913 LONDRA ANTLAŞMASI
Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti ile Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan arasında 30 Mayıs 1913’te Londra Antlaşması imzalandı. Girit Adası, 1913 Londra Antlaşması’nın 4. Maddesi ile Müttefik Devletlere (Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ, Sırbistan) verildi. Antlaşmaya göre Girit Adası üzerinde dört devletin paylı mülkiyeti vardır. Yunanistan’ın Girit Adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyeti yoktur. 1913 Londra Antlaşması ile Yunanistan’a Girit Adası’nın dörtte biri verilmiştir. Girit Adası’nın sadece dörtte biri Yunanistan’a aittir. Girit Adası’nın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde kalmıştır.
10 AĞUSTOS 1913 BÜKREŞ ANTLAŞMASI
İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Romanya, Yunanistan, Karadağ, Sırbistan ve Bulgaristan arasında 10 Ağustos 1913’te Bükreş Antlaşması imzalandı. Bulgaristan, 1913 Bükreş Antlaşması ile Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından feragat etti. Bu antlaşma, Yunanistan’ın Girit Adası üzerinde tek başına ferdi mülkiyetinin olmadığını gösteren somut bir belgedir. Bulgaristan, Antlaşmanın 5. Maddesi ile Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından feragat etmiştir. Yani Bulgaristan, Girit Adası üzerindeki hakkından vazgeçmiştir. Ancak bu feragat Yunanistan lehine yapılmamıştır. Üstelik bu antlaşma Yunan Başbakanı Venizelos tarafından da bizzat imzalanmıştır. Yunanistan lehine feragat (vazgeçme) yapılmadığı için, Bulgaristan’ın Girit Adası üzerindeki dörtte birlik payı aslına rücu olmuştur. Yani anılan pay Osmanlı Devleti’ne geri dönmüştür.
14 KASIM 1913 ATİNA ANTLAŞMASI
Bükreş Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması imzalandı. 1913 Atina Antlaşması’nın 15. Maddesi ile Osmanlı Devleti ve Yunanistan, 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması hükümlerini 5. Maddesi de dâhil olmak üzere uygulayacakları konusunda anlaştı. Bu antlaşma ile Girit Adası’nın dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu bir kez daha teyit edilmiştir. Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Türkiye ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti arasında 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması imzalandı. 1923 Lozan Antlaşması’nın 12. Maddesi ile antlaşmaya taraf olan toplam sekiz ülke tarafından, 1-14 Kasım 1913 Atina Antlaşması’nın 15. Maddesinin uygulanacağı teyit edildi. Anılan teyit ile 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşmasının uygulanacağı kayıt altına alınmıştır. 1913 Londra Antlaşması ile Yunanistan’a Girit Adası’nın dörtte biri verilmişti. 1923 Lozan Antlaşması’nın 12. Maddesi ile başta Türkiye, Yunanistan ve İngiltere olmak üzere toplam sekiz devlet tarafından, Girit Adası’nın sadece dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğu teyit edilmiştir. Girit Adası üzerinde Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ olmak üzere toplam dört devletin paylı mülkiyet hakkının olduğu bir kez daha kayıt altına alınmıştır.
LOZAN ANTLAŞMASI
Bulgaristan, Lozan Antlaşması’na taraf değildir. Ancak, 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması ile Girit Adası üzerindeki dörtte birlik hakkından yazılı olarak feragat eden Bulgaristan, Lozan Antlaşması sonrasında da Girit Adası üzerindeki hakkından fiili olarak feragat etmiştir. Sırbistan ve Karadağ da, Lozan Antlaşmasından sonraki süreçte Girit Adası üzerindeki dörtte birlik haklarından fiili olarak feragat etmişlerdir. Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ tarafından yapılan feragat (vazgeçme), Yunanistan lehine yapılmamıştır. Yunanistan lehine feragat (vazgeçme) yapılmadığı için Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ’ın Girit Adası üzerindeki toplam dörtte üçlük payı aslına rücu olarak Türk toprağı olmuştur. Girit Adasının hukuki statüsünü belirleyen uluslararası antlaşmalar ve uluslararası hukuka göre Girit Adası’nın dörtte üçü ve adanın etrafındaki 14 ada ile adacık ve kayalıklar, Osmanlı Devleti’nin küllî halefi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne aittir.
ADALAR DERHAL BOŞALTILMALI
Yunanistan, Girit Adası’nın dörtte üçü ile hâlihazırda Adanın etrafında işgal altında tuttuğu Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi olmak üzere toplam 5 Türk Adasını derhal boşaltarak Türkiye’ye teslim etmelidir. Ayrıca yine Ege Denizi’nde işgal ettiği diğer 13 Türk Adası ve 1 Türk Kayalığını da derhal boşaltarak Türkiye’ye teslim etmelidir.
Yunanistan, Girit Adası’nın Türk bölgesinde kalan Heraklion Hava Üssü dahil olmak üzere bütün askeri birliklerini ve 1999 yılında Adanın Türk bölgesine yerleştirdiği S-300 hava savunma füze bataryalarını da derhal tahliye etmelidir.
YEMEN'DE AÇLIK, HASTALIK, VAHŞET, MEZALİM VE SOYKIRIM!.. İİT (İSLÂM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLÂTI) KAYITSIZ VE SEYİRCİ.
AH O YEMENDİR DUL KALAN NENEN'DİR…
 2015 yılından bu yana Yemen’de kıyasıya bir iç savaş devam ediyor. Savaşan taraflardan birisini İran, birisini Suudi Arabistan destekliyor. Zaten fakir olan Yemen halkı ise açlıkla boğuşuyor. “Save The Chıldren” isimli İngiliz yardım kuruluşu geçenlerde açıkladı; 2015 yılından bu yana Yemen’de 5 yaşın altında toplam 85 bin çocuk açlıktan öldü!
Bugün Cuma vaaz ve hutbesinde duyuruldu; Diyanet, Türkiye sathındaki bütün camilerde Yemen’e Yardım kampanyası adı altında yardım topladı.
Ayrıca YEMEN yazıp 5601’e gönderince kampanyaya 10 TL. katkıda bulunacakmışız!
Şimdi sorulması gereken ve benim kafamı kurcalayan sorular şunlardır: Diyanet camilerden toplamış olduğu bu yardımı kimlere ulaştıracak; İran’ın desteklediği gruplara mı, yoksa Suudi Arabistan’ın desteklediği gruplara mı?
Öte yandan bu yardımların iç savaşta kullanılmayacağından ne kadar eminiz?
85 bin çocuğun ve Cemal Kaşıkçı’nın katili Prens Muhammed b. Selman’ın, Türkiye’den gönderilecek yardımların muhafaza edileceği depoları, yardım komvoylarını veya gemileri bombalatmayacağından emin miyiz? İran ve Suudi Arabistan gibi iki petrol zengini Müslüman ülkenin, güç savaşına girdiği Yemen halkını kurtarmak sadece Türkiye’nin görevi midir?
Madem “Dünya Devleti” olmakla ve G-20 üyesi olmakla övünüyoruz, neden iki Müslüman ülke olan İran ve Suudi Arabistan nezdinde girişimde bulunarak bu iki ülkeyi barıştırmıyoruz? Şu İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) ne menem bir örgüttür; Yemen krizini çözmek için bu örgütü neden devreye sokmuyoruz? Madem 2006 yılından bu yana Arap Birliği’ne, diğer adıyla Arap Ligi’nde gözlemci üyeyiz, neden Arap Birliği’ni Yemen krizi konusunda göreve çağırmıyoruz? Yaklaşık bir asır önce Yemen’de uğradığımız felaketten ve elbette yediğimiz kazıktan daha mı ders almadık yoksa?
Yemen Türküsü hâlâ mı bize bir şey hatırlatmıyor?
Sizin “En büyük Osmanlı mezarlığı: Yemen” tabirinden de haberiniz yok ellam. Kolay olanı bırakın efendiler, lütfen biraz da zor olana talip olun.
Bakın kutsal kitabınız ne diyor size; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin..”(Hucurât-49/10).
Şu halde gelin Müslüman kardeşlerimiz olan İran ve Suudi Arabistan’ın arasını düzeltin ki; bu iki ülke Yemen’de güç mücadelesi yapmayı bıraksınlar. Önce Suriyeliler, şimdi de Yemenliler.
Bu ülkenin kaynakları nâmütenahi değildir; bütün Müslümanları doyurmaya yetmez! Bakın sizin bu sonu gelmeyen hesapsız-kitapsız yardım kampanyalarınız yüzünden ülkenin fakir fukarası acı soğanı bile yiyemez duruma düştü.
Kilosu 4-5 TL’ye soğan mı olurmuş hiç?
“Kimse benim vatandaşıma pahalıya soğan patates yediremez” diyerek vatandaşların depolarına baskın düzenleyip, sonra da muhtemelen o soğan ve patatesleri ucuza alarak yardım adı altında Suriye’ye, Yemen’e, şuraya buraya göndermek hangi akla hizmettir? Siz depolardan ele geçirdiğiniz soğan ve patatesi, ucuza kapatıp yardım adı altında başka ülkelere gönderirseniz tabi düşmez fiyatlar ve elbette buna bağlı olarak gıda enflasyonu! Osmanlı da tıpkı böyle yapmıştı bir zamanlar; asırlarca vatandaştan zorla veya ucuza elde ettiği yiyecek ve diğer ihtiyaç malzemelerini, âlâyı vâlâ ile tertip ettiği Sürre Alayları ile “Peygamberin yakınları”, “Muhammed’in açları” ya da “Kutsal beldelere hizmet” diyerek Arabistan’a göndermişti. Osmanlı’yı batıran sebeplerden birisi de işte budur; yani hesapsız kitapsız şekilde büyük devlet gösterileri!
O sebeple siz önce gelin, bu ülkenin açlarını doyurun.
Tamam Yemen halkına da yardım edelim ama, gelin önce şu asgari ücreti ve emekli maaşlarını açlık sınırının üzerine çıkaralım efendiler… Ömer Sağlam-07.12.2018 - EK: 1. Foto: İran-Suudi Arabistan ve sözde İİT (İslam İşbirliği Teşkilâtı yüzünden) Açlıktan ölmek üzere olan bir sabi, masum çocuk. 2. Foto: Yemen’de Türk Askerleri
En büyük Osmanlı mezarlığı: Yemen
Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi “Havada bulut yok bu ne dumandır/Mehlede ölüm yok bu ne şivandır/Bu Yemen elleri ne de yamandır/Ano Yemen’dir gülü çemendir/Giden gelmiyor acep nedendir?” Bu hüzünlü türküyü bilmeyenimiz var mıdır? Türkülerden bildiğimiz Yemen 2012’de iktidara gelen Abed Rabbo Mansur Hadi’yi bir darbe ile deviren Şiiliğin Zeydi koluna mensup Husilere karşı Suudi Arabistan’ın başını çektiği bir askeri müdahale ile gündemimize girdi. Şii İran’la Sünni Suudi Arabistan arasındaki vekalet savaşlarında birine benzeyen operasyonla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan”Durumun gidişatına bağlı olarak lojistik destek vermeyi düşünebiliriz” dediğinde sosyal medyada “bu Yemen neresi?”, “Yemen’den bize ne?” gibi sorular soranların çokluğunu görünce şaşırmadım desem yeridir. Sadece yukarıdaki türkü bile Yemen’i bağrımıza bir hançer gibi sokmuşken üstelik. Bunun üzerine bu haftaki yazımı bazı kaynaklara göre “En büyük Osmanlı/Türk mezarlığı” olan Yemen’e ayırmaya karar verdim. Elbette binlerce yıllık Yemen tarihini burada özetlemem imkansız. Sadece başlıklar halinde saymak bile epey uzun olur. Dolayısıyla pek çok boşluğu sizler dolduracaksınız. Ben sadece size kılavuzluk yapacağım.
YEMEN’DE OSMANLI EGEMENLİĞİ
Himyeriler, Kehlamlar ve Sabalar ile Süleyman ve Saba Melikesi Belkıs’ın hikayesini duymuşsunuzdur mutlaka. 570 veya 571’de Yemen Valisi Ebrehe’nin filleri ile Kabe’yi yıkmak için Mekke’ye saldırmasını ve bu orduyu yokeden ebabil kuşları efsanesini de duymuşsunuzdur. Halifeler Ebubekir ve Ali döneminde iki kez bölgeye seferler yapıldığını, daha sonra Eyyübiler, Gassaniler, Memluklerin bölgede hakimiyet kurduğunu, ardından Portekizlilerin Yemen sularında boygösterdiğini ekleyerek hızlıca 16. yüzyıla geleyim. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethettiğinde, Yemen’de Memluklu Emiri İskender tedbiren Osmanlı Devleti’ne bagˆlılıgˆını bildirmişti. 1520’de Rumi Hüseyin Bey komutasındaki askerler İskender’in iktidarına son verdi. Yemen’in Maskat, Hadamut, Aden, Mukalla ve Kızıldeniz sahilleri dahil fethi ise Hint seferinden dönen Hadım Süleyman Paşa tarafından 1538 yılında gerçekleşti. Ancak bu tarihten itibaren, Yemen’i kontrol etmek hiç de kolay olmadı. Osmanlı yönetimine karşı çıkanlar Yemen’in dağlık bölgelerinde (‘Cebel’de) meskun olan Zeydilerdi. 8. yüzyılda ortaya çıkmış olan Zeydiyye, Şii mezhebinin kollarından biriydi. Fıkıh konusunda Hanefiliğe, kelam konusunda Mutezile’ye ve İmamiye’ye yakındı. Yani Şiiliğin Sünniliğe en yakın koluydu. Ancak imamlıkla ilgili doktrinlerinin katılığı yüzünden Osmanlı Hilafeti’ne karşı oldular. Öyle ki, Osmanlı onlara göre ‘sarıklı kafir’di. Bu yüzden de karşı çıkışları pek şiddetli oldu. Kıyı bölgelerdeki nüfus ise Sünniliğin Şafii mezhebine bağlıydı. Şafiilerin Osmanlı Hilafeti ile sorunları yoktu ama onların desteği bile Zeydi isyanlarını bastırmaya yetmedi.
1635-1840 ARASINDAKİ FETRET DÖNEMİ
1911-1912’de yine bir Zeydi isyanını bastırmak üzere Yemen’de bulunacak olan Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Feryadım adlı eserinde o zaman dilimini şöyle özetlemişti: “Cebel’de iç ihtilaller ve Zeydiye imamlarına karşı sürekli savaşlarla Hicri 1045 (1635) tarihine kadar devam eden yüzyıllık kavgadan sonra, hükümet merkezince Cebel’de unulutup bırakılan Haydar Paşa’nın uğradığı kuşatma ve baskı üzerine Cebel’i İmam Müeyyed’de terkederek geri çekilmesi ve Mısır’dan yeterli kuvvetlerle Tihame’ye gönderilen Kolfo Paşa’nın ahmaklığı ve kötü idaresi yüzünden bütün Yemen bölgesi Zeydiye imamlarının idaresine girmiştir.” Osmanlı kaynakları bu 100 yıl içinde Zeydilerle savaşta kaç kişinin öldüğünü açıklamaz sadece “binlerce insan ölmüştür” demekle yetinir. “Yemen’e gidip de gelmemek” 16. yüzyıldan beri kaderidir Osmanlı askerinin…
Yemen’in tekrar Osmanlı idaresine girmesi, 19. yüzyılın ortalarında oldu ancak o da dolaylı yoldan. Önce merkezi devlete kafa tutan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın emirlerinden ‘Türkçe Bilmez’ lakaplı biri Kavalalı’ya başkaldırdı ve Cidde’de topladığı askerlerle Yemen’e saldırdı ancak başarılı olamadı. Bunun üzerine Kavalalı bölgeyle ilgilenmeye başladı. İngilizler bu kargaşadan yararlanarak 1839’da Osmanlı Devleti’nin de izniyle Aden’de bir kömür deposu kurdular. Kavalalı ile imzalanan 1840 Londra Anlaşması ile Kavalalı Yemen’i boşaltmak zorunda kaldı. Ancak merkezi devletin bölgeye asker gönderecek hali yoktu, bu yüzden Yemen’i Mekke Şerif’i Hüseyin’in idaresine bıraktı. 1849’da merkezi hükümet bölgeden topladığı askerlerle Hudeyde şehrini ele geçirdi, böylece 1635’ten beri süren fetret dönemine son verdi.
YEMEN İÇİN 7. ORDU KURULUYOR
1850’den sonra Yemen bazen valilik,bazen mutasarrıflık oldu. Ardından Zeydi isyanları tekrar başladı. Bazı kaynaklar bu yeni dalgada İngilizlerin de parmağı olduğunu söyler ki, bu kısmen doğruydu çünkü İngilizler bölgedeki aşiretleri adeta maaşa bağlamışlardı ancak Zeydilik inancının Sünniliğe bakışı ile Zeydi imamların egemenliklerini dışarıdan gelen bir güçle paylaşmaya yanaşmamalarının etkisi çok daha baskındı. Sonunda Osmanlı Devleti sadece Yemen için 7. Kolordu’yu kurdu. İlk valisi de Anadolu’daki şaki Kürt ve Türkmen aşiretlerini yola getirmek için kurulan Fırka-i İslahiye’nin kumandanlarından Ferik ‘Kürt’ Mahmud Paşa oldu.
Ancak aradan geçen 30 yılda Zeydi isyanlarını durdurmak mümkün olmayınca1872 yılında sırf Yemen için Ahmet Muhtar Paşa kumandasında 7. Ordu kuruldu. (Adı orduydu ama gücü hiçbir zaman kolorduyu aşamamıştı.) Ahmed Muhtar Pas¸a’nın Yemen harekatı tam 28 ay sürdü. Kanın oluk gibi aktığı bu 28 ayın sonunda işler yoluna girmiş gibi görünüyordu. 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit de Yemen meselesini halletmeye kararlıydı. Selim Deringil’in tabiriyle “Son dönem Osmanlı tarihinde ‘meçhul asker’ konmunda olan” ve uzun süre Yemen Valiliği yapmış Osman Nuri Paşa padişaha şu tavsiyelerde bulunmuştu: “Göçebeler ve şeyhler adalet aşıklarıdır. Onlarla ilişki kurmanın en iyi yolu tümüyle dürüst olmak ve verilen sözleri yerine getirmektir. Bu göçebe aşiretlerin kadın ve erkekleri devlet dairelerinde iyi muamele görmeli, şikaetleri daima dinlenerek, gerekli önlemler alınmalıdır. İçlerindeki ileri gelenlere nişanlar erilmeli ve üstlerine düşülmelidir, çünkü bu halk alayiş ve ihtişamdan çok hazeder.” (Mithat Paşa’nın Osman Nuri Paşa’nın valiliği döneminde Yemen’deki Taif zindanlarında hayatını kaybettiğini not edelim.)
ABDÜLHAMİT’İN NAFİLE POLİTİKALARI
Abdülhamit bu tavsiyeleri tuttu ama bir yandan da yerel halklara “gerçek İslam’ı aşılamak üzere” bölgeye din öğretmenleri, vaizler gönderilmes talimatını da verdi. Merkezden atanan Arapça bilmeyen yöneticiler, kadılar, halkın devlet dairelerinde ve mahkemelerde Türkçe kullanma zorunluluğu, sokakta merdivenler üstünde yapılan yargılamalar, mahkeme masraflarının halktan alınması, merkezden para gelmediği için yerel unsurlar ilişkiye (rüşvete, maaşa) mahkum olan memur ve askerlerin dibine kadar battığı yolsuzluk batağını kurutmaya memurların feslerine beyaz sarık sarması veya yerel giysilerle dolaşması gibi yüzeysel adımlar yetmedi elbette. Yeni bir isyan dalgası başladı. 1889’de İmam Hamidüddin’in isyanını Ahmet Fevzi Paşa iki yılda ancak bastırabildi. Osmanlı Gazetesi’nin 1316 (1900) tarihli 15. sayısındaki “Yemen Ahvali” başlıklı yazıda “Ahmet Fevzi Paşa’nın yanlış uygulamaları sonucu her sene 4.000 civarında bir asker ölürdü. Biçare Yemen ahalisi şikayet ettikçe, ip, kazık kaçkını bir takım rezil memurini Yemen’e doldurulmuştur. Bunlar da aç kurt gibi ahali üzerine saldırmışlardır” denecekti. 1895’teki isyanı bastıran Hüseyin Hilmi Paşa ise halkı elleri alınlarında olmak suretiyle çiviletmiş, bölgenin ileri gelenleri zincirlerle toplara bağlanarak halka teşhir etmişti. Bu eziyetlere uğrayan aşiretler yeniden yeniden isyan etmişlerdi elbette.
1871-1894 ARASI KAYIPLARI
Bu isyanları bastırırken ne kadar kayıp olduğu konusu hala bir muamma ama Yemen’de bir dönem yüzbaşı olarak görevlendirilen Müşir Galip şöyle demişti: “Henüz yüzbaşı rütbesinde idim. Yemen’e yeni memur edilmiştim. Erkan-ı Harbiye’ye mülhak olarak çalıştığım için bütün kuvve-i umumiyye cetvelleri elimden geçiyordu. Bu cetvellerde orduya gelen yeni askerlerle istibdal edilen veya malul kalan askerler arasında geniş ve feci bir boşluk gözümden kaçmadı. Hiç unutmam 1310 (1894) senesi içinde bulunuyorduk. Yemen, o tarihte daimi bir harp mıntıkası idi. Şube Müdürü Erkan-ı Harp binbaşısı Cemil Bey’in müsaadesini alarak cetveller üzerinde tetkikat yaptım. Yemen’e ilk defa ordu sevkinin başladığı 1287 (1871) yılından 1310 (1894) yılına kadar Süveyş kanalından Şab denizine (Kızıldeniz) girip Hicaz ve Yemen fırkalarına iltihak edenleri veya isyanlar yüzünden kıta halinde seferber edilerek sevkedilenleri, sağ kalıp memleketlerine dönenlerin miktarıyla muvazeneledim. Vardığım netce şu oldu: Aradan geçen 22 yılda Hicaz ve Yemen çöllerinde tam 130.000 Anadolu yavrusu gömülmüştü.”
Ancak bunca kayıba rağmen isyanlar durmadı. ve 1895, 1897-1898, 1900 ve 1902’de İmam Hamidüddin yeniden isyan etti. Bunlar zorla bastırıldı ancak 1905’te yerini alan oğlu İmam Yahya’nın isyanını bastırmaya Yemen’deki 7. Ordu’nun gücü yetmeyince Trabzon’da konuşlu 4. Ordu ile Şam’da konuşlu 5. Ordu mıntıkasından ‘nizamiye’ (yani asıl askerler/ ve ‘redif’ (yani yedek askerler) olmak üzere 24 taburun Yemen’e gönderilmesine karar verildi. Ardından Rumeli’deki 2. ve 3. ordudan da sekiz tabur eklendi. Böylece Yemen’de Zeydilere müdahale edecek tabur sayısı 114’e çıktı. Her taburun yaklaşık 800 kişi olduğu düşünülürse yaklaşık 90 bin kişilik bir kuvvet seferber edilmişti.
REDİFLERİN ÇİLESİ
Sonucun ne olduğunu anlatmadan uzunca parantez açmak istiyorum. Yemen türküsünde “Kışlanın önünde redif sesi var/Açın çantasını acep nesi var?/Bir çift kundurayla bir de fesi var” dizeleriyle yer alan redif (yedek asker) tes¸kilatı, II. Mahmud döneminde 1834 yılında kurulmus¸tu. Buna göre 5 yıllık normal askerlik süresini tamamlayanlar 7 yıl da rediflik hizmetinde bulunacaklardı. (II. Abdülhamit döneminde rediflik süresi 8 yıla çıkarılmıştı.) Yemen’deki 7. Ordu dıs¸ında Osmanlı Devleti’nin digˆer altı ordusunda redif tes¸kilatı mevcuttu. Ancak Yemen’e esas olarak Merkezi Erzincan olan 4. Ordu (ki Osmanlı Devleti’nin en genis¸ mıntıkaya sahip ordusu olup Trabzon, Sivas, Erzurum, Ma’mûretü’l-aziz, Bitlis, Van ve Diyarbakır vilayetlerini kapsamaktaydı) ile merkezi Şam olan 5. Ordu’nun redifleri gönderiliyordu.
ZORLU YOLCULUK
Redifler daha önce askerliklerini muvazzaf olarak yıllarca yapan garibanlar olarak zaten çok yorgun, çok perişandılar ancak Yemen seferleri ayrıca iflahlarını kesiyordu. Rumeli’den, Trabzon’dan, Diyarbakır’dan, Van’dan günlerce süren kara yolculuğuyla İskenderun limanına ulaşan rediflerin ahvalini Mirliva Rüştü Paşa, Yemen Hatırası adlı kitabında, şöyle anlatır: “İskenderun’da tamamlanmamış bir kışla var. Bu kışlanın döşemesiz, camsız, üstü örtülü bir koğuşta Yemen’e sevkolunmak üzere firardan gelmiş, gözaltında yeni askerle ve yine usulünde gelmiş vapur bekleyen yeni askerler gördüm. (…) Bu askerlere pişmiş yemek verilmiyor, sözde yevmiye veriliyor. Hükümette para olmadıkça bu da verilmiyor. Para alamayan askerler toplu olarak hükümet önüne ve kumandanın evine gelerek dua ile karışık bağrışmalarla dert yanıyorlar. Para bulunursa karınlarını doyuracak yevmiye veriliyor, olmaza parası olan kendi kesesinden yiyor, olmayan arkadaşlarının muavenetine (desteğine) muhtaç kalıyordu. (…) Anasından, babasından, ailesinden ayrılmış, köyüden iskeleye kadar yol yürümüş, bu yorgun yolcularımızın yorgunluklarını giderecek ve sıhhatlerini koruyacak bir sıcak yemek yediremediğimiz (…) askerler aylarca fena beslenmeye maruz kalıyor. Bu müşkülata karşı duramayanlar firar ediyor veyahut ölüyor. (…) Firar etmeyenleri ve firara takati kalmayanları Yemen’e sevkediyoruz.” “1321/1905 yılında İskenderun’da Garp vupurunda Adana’dan gönderilen 2000 çuval peksimet gördüm. (…) Peksimetleri İskenderun’da doktorlara muayene ettirdim İnsanın değil hayvanın bile yemesinin müsait olmadığını gösterir rapor verdiler. (…) Vapur içinde ambarda 100’den fazla hayvan gördüm. (…) Vücutlarının yarısını zayi etmiş, birbirinin yularını, yele ve kuyruklarını yemiş…”
Ama yolculuk daha da zorluydu. Askerler önce Adana ve Mersin’e gelirler, oradan Yafa’ya kadar gemilerle, oradan Hicaz şimendiferi ile Maan’a, oradan develerle 5 günlük kara yürüyüşüyle Akabe’ye, oradan vapurla Hudeyde’ye gelirlerdi. Daha balık istifi, aç bilaç yapılan bu korkunç yolculuk sırasında başlardı ölümler. Örneğin 1905’te 4. Ordu’ya bağlı Trabzon Redif Taburu, 809 mevcutla vapura binmiş, Hudeyde’ye 738 kişi varmıştı.
Hudeyde limanına gemiler uzun süre ac¸ıkta bekletilirdi, çünkü Hudeyde’de kışla yoktu. Nihayet karaya çıkanlar geceleri dışarıda geçirirlerdi. Gündüzler ne kadar sıcak ve kuraksa, geceler o kadar soğuk ve rutubetli olurdu. Günler sonra isyanın kalbi Sana’ya doğru yola çıkılırdı. Bu yol bes¸ gu¨nde katedilirdi. Yolda Zeydiler tarafından iyice hırpalanan birlikler Sana’ya vardıklarında ‘arbiş’ denilen barınaklara tıkılırlardı. Ardından İmam Yahya’nın kalesinin bulunduğu Şehare’ye doğru yola çıkılırdı. Denizden yüksekliği 6 bin metre olan Şehare’ye Sana’dan hayvanla ancak altı günde gidilirdi. Üstelik sadece insanları değil, ağır topları da çekmek zorundaydı zavallı hayvanlar. Dimdik duvar gibi yamac¸ların arasından korkunc¸ uc¸urumların kenarından Şehare’ye varıldıktan sonra, İmam Yahya’nın kaldığı yere ulas¸abilmek ic¸in 800 metrelik bir uçurumu atlamak gerekirdi. Uçurumun üzerinde küçük kemerli bir köprüden başka bir geçit yoktu. Askerler köprüyü geçerken birden tepeden kurşun ve kaya yağmuru başlardı. Şehare’ye Ekim 1905’te yapılan sefer aynen burada anlattığım gibi geçti ve katliama ‘Şehare Felaketi’ denilerek kolektif belleğin derinliklerine atıldı.
SANA KUŞATMASINDA İNSAN MI YENDİ?
“Sonuç ne oldu?” derseniz, “koca bir hüsran” demek ayıp olur, çünkü 1905’te İmam Yahya kuvvetleri tarafından Sana’da kapana kıstırılanların trajedisini anlatmaya kelimeler yetmez. Osmanlı ordusu Şehare’yi ele geçiremediği gibi, İmam Yahya’nın Sana’yı kuşatmasını da engelleyemedi. Kuşatma sırasında şehirden kaçmaya çalışanları birer birer avlayan İmam Yahya kuvvetleri, Sana’yı da açlığa ve ölüme mahkum ettiler. Kuşatma sırasında şehirde olan Yüzbaşı Sami Efendi’nin Hasan adlı arkadaşına yazdığı mektuptan öğrenelim olanları: “Artık yaşama ümidimiz kalmamıştı. Ölüm sayısı günde 250-300’ü bulmuştu. Koca şehir zalim bir ölümün pençesinde çırpınıyordu. Artık yiyecek ester, eşek, köpek kalmamış, semalarımızdan kuş bile uçmamaya, asker insan eti yemeye başlamıştı. (…) Ben bir aralık merkez kumandanı olarak çalışıyordum. Sur duvarları dibinde bulduğum el ve ayaklar 13 çocuğun yenmiş olduğuna delalet ediyordu. Bunlardan ikisi zabit çocuğu idi.”
İnanılması güç ama açlıktan insan yendiğine dair başka kaynaklar da var. Yine de “inanmayalım” derseniz, devrin Yemen Valisi Tevfik Bey’in şu soğukkanlı ifadelerine kulak verelim: “Artık yiyecek bir şey kalmadı. Askerler halkın bahçelerindeki ham meyve ağaçlarına saldırıyorlardı. Açlık ve yokluktan ölümler başlamıştı. Asker, subay ve ailelerinden günde 60 kişi ölüyordu. Bir ay evvel 6000 kişi olan asker sayısı, ölüm, firar gibi nedenlerle 2000’e düştü…”
Sana, 20 Nisan 1905’te İmam Yahya kuvvetlerinin eline geçti. Ve Osmanlı Devleti pes etti. Yapılan anlas¸ma geregˆi, s¸ehirdeki bütün memurlar ve sadece 800’ü silahlı olmak üzere 11 bin asker kafileler halinde Sana’dan çıkarak Menaha’ya çekildiler. Devlete ait birçok es¸yanın dıs¸ında, muhtelif çapta 56 top, 11 bin mermi, yeni silahlardan 16 bin tüfek ve 160 sandık fis¸ek I·mam Yahya’ya bırakıldı.
Erik Jan Zürcher “1904-1905 ayaklanmasında Yemen’de bulunan 55 bin Osmanlı askerinden 30 bini öldürülmüştür” diyerek trajediyi özetliyor. Trabzon Redif Taburu üzerine çalışan Cengiz Çakaloğlu, Trabzon’dan yola çıkan 809 kişiden sadece 50’sinin geri döndüğünü belirtiyor. Bu oranı diğer taburlara aynen uygulayamayız mutlaka ama, yine de kaybın büyüklüğü hakkında bir fikir veriyor. İttihat ve Terakki’nin yayın organı İçtihad’ın 30 Kasım 1921 tarihli 139. sayısında Port Said İstatistik Dairesi’nin raporlarına dayanarak “Süveyş Kanalı’nın açıldığı 1869’dan 1905 yılına kadar Yemen’de 1.000.000 Anadolu evladı gömülmüştür” deniyor. Bu rakam çok abartılı görünüyor ama, ölüm sayısını 100 bine düşürürsek bile içimiz rahat etmeyeceğine göre devam edelim.
II. MEŞRUTİYET’TE YEMEN
Peki 1905’te dert bitti mi? Hayır bitmedi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sadrazam Kamil Paşa, İmam Yahya’ya ilişkilerin gözden geçirildiği bir mektup göndermişti. “Faziletli Seyyid İmam Yahya İbn-i Muhammed” diye başlayan mektup anlam ve içerik olarak diğerlerinden farklıydı. Mektupta Yemen’deki idarenin yetersiz valiler yüzünden bu hale geldiği itiraf edilerek ve bölgede bir ıslahat çalışması yapılacağı ama en önemlisi ise Yemen’de Zeydilerin nüfus olarak yoğun olduğu Sana ve çevresinin idaresinin İmam Yahya’ya verileceğine söz veriliyordu. Ardından da eğer isyan etmekte direnirse üzerine kuvvet gönderileceği ihtar ediliyordu. 19 Şubat 1909’da Kamil Paşa’nın yerini alan Hüseyin Hilmi Paşa’nın isteğiyle Yemen’in ileri gelenlerinden bir heyet adeta zorla İstanbul’a getirildi. Heyet İstanbul’da iken 31 Mart Olayı patlak verdi. Heyet, hediyelerle alelacele geri gönderildi. Böylece İmam Yahya meselesi tekrar buzdolabına konmuş oldu. Dönemin Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa, Yemen’de boş inadın bırakılmasını, dağlık bölgeyi Zeydilere bırakmayı, kıyıdaki Şafii bölgenin elde tutulmasını ve Sana da sembolik bir garnizon bırakılmasını önerdi. Elde kalan yerlerde acilen reformlara başlanmalıydı. İzzet Paşa’ya göre, zengin demir, kömür ve gaz yataklarına sahip olan Yemen’le ilişkilerin düzeltilmesi Osmanlı Devleti’nin çıkarınaydı. Dahiliye Nazırı Talat Bey de kendisini destekledi ancak bu planları uygulamak kısmet olmadı.
CİZAN FELAKETİ VE KATIRLARIN İNTİHARI
İmam Yahya ve Asir Emiri İdrisi, 1910’da aynı anda isyan etti. Bu iki aktör birbirine düşmandı ama en çok da Osmanlı Devleti’ne düşmandı. İmam Yahya bir de Osmanlı’ya cihad ilan edince Ahmet İzzet Paşa’nın Hamidiye Kruvazörü ile bölgeye gönderilmesine karar verildi. Paşa’nın yanında 40 tabur piyade vardı. Ancak takviye kuvvetler bile Osmanlı ordusunun kaderini değiştirmedi. İmam Yahya yine yenilemedi.
İdrisi’yle yapılan savaşa gelince, onu da o dönemde Yemen’de sivil muhabere memuru olarak çalışmış Asaf Tanrıkut’tan öğrenelim: “Küçük karakollardan, Hilyos’ta bulunan mevkilere yakın yerlerden telgraf ile bir günlük suyumuz kaldı, yiyeceğimiz kalmadı veya günlük yiyeceğimiz kaldı, suyumuz kalmadı gibi yazılar geliyordu. Böyle telgraflar içimizi sızlatıyordu. Susuz ve yiyeceksiz kalan ve kendilerine bunları gönderme imkanı olmayan bu askerler ölüyorlar veya Arapların eline düşüyorlar ve onların cenbiyeleri altında can veriyorlardı. İdrisi’ye gönderilen bir alay açlık ve susuzluk içinde (Cizan’daki) Asan denilen yerde su kuyularına koşuyor. Ama su içenleri koruyacak gözcülerin konması ihmal ediliyor. Bir anda ortaya çıkan İdrisi kabilesinin savaşçıları askerleri kurşun ve cenbiyelerle (ucu kıvrık özel bir hançer tipi) yok ediyor. Bir kısım asker denize atlıyor, yüzme bilmeyenler ölüyor. Askerleri takip eden katırlar da denize atlıyor, başlarını suya sokarak intihar ettikleri anlatılıyor. Buna da ‘Katırların İntiharı’ denilmiş…”
1911 DAAN ANLAŞMASI
Tarihe ‘Cizan Felaketi’ olarak geçen bu katliamı da Osmanlı Devleti sineye çekmek zorunda kaldı. O sırada Trablusgarp Savaşı patlak vermişti. Balkanlarda savaş tamtamları çalıyordu. Yemen’deki birliklere başka yerlerde ihtiyaç olabilirdi. Sonunda devlet pes etti, Zeydilerle anlaşma masasına oturdu. Daan köyünde 13 Ekim 1911’de imzalanan anlaşmaya göre Yemen Şafii ve Zeydi bölgeleri olarak ikiye ayrıldı. İmam Yahya Osmanlı Devleti’ne karşı olan ‘emir-ül-müminînlik’ savlarından vazgeçecek ve Osmanlı Hilafeti’ni tanıyacaktı. Osmanlı Devleti de Zeydi bölgesinde İmam Yahya’nın ve ardıllarının ruhani ve dünyevi liderliği tanıyacaktı. Zeydiliğin egemen olduğu bu topraklarda Zeydi şeriatının uygulanmasına izin verildi. Osmanlı’nın kazancı ise, İdrisi’nin olası isyanında Osmanlı kuvvetleri ile İmam Yahya’nın kuvvetlerinin bundan sonra beraber hareket edecek olmalarıydı. İmam Yahya İdrisi’ye karşı 10 bin kişilik askeri kuvvet oluşturacak ve buna karşılık kendisine aylık 10 bin lira ödenecekti. Osmanlı Devleti, söz verdiği paraları ödemediği halde, İmam Yahya ne Trablusgarp Savaşı sırasında ne de I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne düşmanlık etmedi. İdrisi ise, Trablusgarp Savaşı’nda İtalyanlarla işbirliği yaptı.
YEMEN’İN TERKİ
Savaşı müttefikleriyle birlikte kaybeden Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Yemen’deki Osmanlı birliklerinin silah bırakması gerekiyordu ama Vali Mahmut Nedim Bey bu konuda emir İngilizler eliyle geldiği için bu emre inanmak istemedi. Silah bırakmamak için uzun süre direndi. Nihayet 15 Kasım 1918 günü, Sana İmam Yahya’ya teslim edildi. Teslim törenini Süleyman Sırrı Kadak şöyle anlatmıştı: “Onu karşılamak için gireceği sur kapısına bir ihtiram kıtasıyla mızıka takımı çıkarılmıştı. Fakat İmam Yahya’nın başka bir kapıdan gelmekte olduğu anlaşılınca mızıka takımının yüzbaşıları ile birlikte davullarını, mızıka aletlerini taşıyarak sokaklarda koştuklarını unutamam. O günlerde vali ve kumandan Sana’da değillerdi. Her zaman asker adımlarıyla muntazam yürüyüşlerini görmeye alıştığımız mızıka efradının koşuşmaları bende sanki ordu başsız kalmış, paniğe uğramış gibi hisler oluşturdu. Dertleşecek bir kimse bulurum ümidi ile hükümet konağına çıktım. Hüseyin Paşa ile mektupçuyu karşı karşıya oturmuş düşünür halde buldum. Onlarla beraber odada oturuyorduk. O sırada İmam’ın şehre girişini selamlamak için kaleden atılan top sesleri içimizde öyle bir hüzün oluşturdu ki her üçümüz coşan teessür hislerimizi zapt edemeyerek birbirimizin yüzüme baka baka ağladık.”
Yemen’den asker çekilmesi 15 Şubat- 20 Mart 1919 tarihleri arasında peyderpey oldu. Son olarak silah ve mühimmatı İmam Yahya’ya teslim eden 7. Kolordu ve 40. Tümen’in komutanı Sana’dan ayrılarak 25 Mart 1919 tarihinde yedi ay esir olarak kalacağı Aden’e gitti. Geride Vali Mahmut Nedim Bey ve iki yüz sivil memur ile dört yüze yakın asker kalmıştı. İmam Yahya bunların ayrılmasına izin vermiyordu çünkü yıllardır maaş alamayan bu kadrolar Yemenli tüccarlara, hatta İmam Yahya’ya bile borçluydular. Vali Mahmut Nedim Bey son yıllarda askerlerin asgari masrafları ile kendi geçimini İmam Yahya’dan aldığı paralarla sağlıyordu yıllardır.
‘TBMM YEMEN VALİSİ’NİN HÜZÜNLÜ SONU
Kısa süre sonra Anadolu’da Milli Mücadele başladı. Mahmut Nedim Bey, hem kendi halini, hem Yemen’deki rehinelerin halini TBMM’ye anlattı defalarca. Ama hiçbir mektubuna cevap alamadı. Son mektubu “TBMM Yemen Valisi” diye imzaladı. Ona da cevap alamadı. Ankara’nın başını kaşıyacak vakti yoktu. Ayrıca vakti olsaydı da Yemen’in dertlerini çözecek ne gücü, ne parası vardı. 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından İmam Yahya da Ankara’ya bir tebrik mesajı gönderdi. 1923’te Lozan Barış Görüşmeleri sürerken yeniden yazdı ve Yemen’in kaderinin tayininde Ankara’nın yardımını istedi. Ankara 13 Ekim 1923 tarihli cevabında, Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli olduğunu, maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığını, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı olabileceğini belirttiğinde, Yemen’deki Osmanlı mirası ile ilgisinin olmadığını zımnen belirtmiş oluyordu.
Ankara’dan ümidini kesen İmam Yahya, Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM’de onaylandığı gün olan 23 Ağustos 1923’te görevi biten Mahmud Nedim Bey’in Yemen’de kalmasını istedi ancak o kabul etmedi. Buna rağmen Yemen’le Türkiye’nin arasını düzeltmek için uğraşmaya devam etti. Ankara, 13 Ekim 1923’te de Yemenlilerin kendi idarelerini kurmalarının uygun ve gerekli olduğu,maddi taleplerin yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, ancak teşkilatlanma için gerekli uzman veya memura ihtiyaç duyulduğu takdirde maaşlarının Yemen idaresi tarafından verilmesi kaydıyla Türkiye’nin yardımcı olabileceği bildirildi. Mahmut Nedim Bey, 1924 yılında Türkiye’ye döndü. Dönüşünden itibaren geçmiş maaşlarını almak için bitmek tükenmez bir yazışma trafiğine girişti. Birikmiş maaşlarını alamadı ama Necid Emiri Abdülaziz 8 Ocak 1926’da Hicaz kralı ve Necid sultanı ilan edilince Türkiye’nin Necid’e gönderdiği diplomatik heyete dahil edildi. Bir yıl süren bu görevinden sonra yine sıkıntılı günler başladı onun için. Sonunda çabaları sonuç vermiş olmalı ki, 1932’de kendisine 5 bin lira değerinde gayrimenkul verilmesine karar verildi. 1934’te Akdilek soyadını alan Mahmut Nedim Bey, 1935 yılında Recep Peker’e yazdığı mektupta mealen “Yaşım 70’i geçti, fakru zarurete düştüm, çocuklarımın okul parasını bir dostum verdi, altımda bir yatak bile kalmadı, elime 70 lira geçiyor, halbuki 100 liraya ihtiyacım var” diye yakınıyordu. Cevap mealen şuydu: Devlet ona ev vermişti, daha fazlasını veremezdi! Yıllarca maaş bile almadan Yemen’de çile dolduran Mahmut Nedim Bey, 11 Mart 1940 günü İstanbul’da vefat etti.
(Mahmut Nedim Bey’in Recep Peker’e mektubu, Serap Sert’in künyesi kaynakçada belirtilmiş yüksek lisans tezinde)
İMAM YAHYA YEMEN’İ KURUYOR
İmam Yahya, Osmanlı Devleti’nin son Hudeyde Mutasarrıfı Ragıp Bey’i katip olarak istihdam etmişti. Fransızca bilen Ragıp Bey sayesinde dünya ile yazıştı, uluslararası camiaya hitap etti. Bu çabaların sonucu, 1934’te Yemen’in kuzey ve güney hudutları çizilerek İngilizler tarafından bağımsızlığı tanındı. Yemen’de monarşi idaresi kuran İmam Yahya 1948’de Eh Ahrar örgütü tarafından bir ayaklanma sırasında öldürüldü. Bundan sonrası başka bir yazı konusu olacak kadar karmaşık.
YEMEN TÜRKÜSÜ KİME AİT?
Yazıya Yemen türküsüyle başlamıştım, Yemen türküsüyle bitireyim. 1990’dan itibaren “Havada Bulut Yok” adıyla ünlenen türkünün Muş’a mı yoksa Elazığ’a ait bir türkü mü olduğu konusunda bir savaş yürüyor. TRT’nin kaynaklarına göre, 1944 yılında Anadolu’yu gezerek derlemeler yapan Muzaffer Sarısözen, Halil Bedii Yönetken ve Rıza Yetişen’den oluşan ekip tarafından, Duriye Keskin adlı Muşlu bir mahalli sanatçıdan derlenen türküyü notaya Muzaffer Sarısözen notaya geçirmişti. (Türkü derleme sürecine dair ayrıntılı bilgi için tıklayın)
Şemsettin Taşbilek Elazığlı bir araştırmacı ise türkünün 1936 tarihli Elaziz Halk Türküleri ve Oyunları adlı kitapta hem notalarıyla hem de orijinal metniyle Harput türküsü olarak yer aldığını ileri sürdü. Yazara göre kitap zamanın Elaziz Valisi Tevfik Gür başkanlığındaki Ferruh Arsunar, Sadi Günel ve Hafız Osman Öge’nin içinde yer aldığı Elaziz Halkevi 1936 yılı Sanat Komitesi’nce derlenmiş olup İstanbul-Beyazıt Kütüphanesi’ nde 47950/5 numara ile kayıtlıydı.
Harput türküsüdür diyenler, “Burası Muş’tur, yolu yokuştur” şeklindeki nakaratta yer alan Muş ifadesinin aslında Yemen’de bulunan Huş veya Simuş adlı bir yerleşim yerinin adının, yanlış yazılması suretiyle kayıtlara geçtiğini, dolayısıyla nakarattan hareketle türküyü Muş’a maletmenin yanlış olduğunu söylüyorlardı. Bu iddianın kaynağı ise yıllar önce Yemen’e bir seyahat yapmış olan ve güya burada Huş diye bir yer olduğunu öğrenen Barış Manço idi. Manço çok inandırıcı bulunmuş olmalı ki, TRT türkünün künyesini “Eski Türkçeyle yazılırken -h- harfinin üstündeki nokta unutulmuş da onun için Muş, Huş olmuş.” diye düzeltti. Bu düzeltmeyi yapanların, Eski Türkçe bildikleri şüpheliydi çünkü, üzerinde nokta olan Hı harfinden nokta kaldırılınca M olmaz, Ha diye okunurdu. Bu kesime göre “zaten Muş’un yolu yokuş falan da değildi.” Tartışmaya Yücel Paşmakçı, Musa Eroğlu, Mehmet Özbek gibi halk müziği ustaları girdi. Bu kişiler haklı olarak “Burası Huş’tur” veya “Burası Simuş’tur” şeklindeki nakaratın, ancak türkü Yemen’de yakılmışsa manalı olacağını, o zaman da “Giden gelmiyor, acep ne iştir” sözünün anlamsız olacağını söylediler. Ayrıca Muşlular, “1950’li yıllara kadar Kurtik Dağı’nın yamaçlarındaydı. Bitlis’ten kaleye çıkan yol 45 derece eğimliydi” dediler. Sonunda Muş Valisi bir Mülkiye Müfettişine rapor bile hazırlattı. Rapora göre, türkü kesinlikle Muş’a aitti. Ancak müfettişin bu sonuca varırken kullandığı argümanların bilimsel hiçbir yanı yoktu.

3 Aralık 2018 Pazartesi

DÜNYA ENGELLİLER GÜNÜ: Engelliler Konfederasyonu, Türkiye Körler Federasyonu, Zihinsel Engelliler Federasyonu, Altınokta Körler Derneği Genel Merkezi ve Ankara Şubesi ve Türkiye Sakatlar Derneği Ankara Şubesi Adına: Av. Turhan İÇLİ, Engelliler Konfederasyonu Genel Başkanı "Basına ve Kamuoyuna Duyuru"

BASINA VE KAMUOYUNA DUYURU
Değerli Basın Mensupları, 
Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği Engelli Hakları Bildirisinin üzerinden 43, 2009’dan beri Ülkemiz için de bağlayıcı olan Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesinin üzerinden 12 yıl geçti. Buna rağmen engellilerin herkesle eşit fırsatlara, haklara ve olanaklara sahip olma, bağımsız ve kendi kendine yeterli birey olma, erişilebilir bir ülkede ve kentte yaşama, ayrımcılığa tabi olmama ve tüm karar alma süreçlerine etkin bir biçimde katılma talepleri karşılık bulmuş değil. Elbette bazı ilerlemeler var ancak son derce yetersiz. Eğitimde, istihdamda, siyasette, bütün toplumsal yaşam alanlarında engellilerle engelli olmayanlar arasındaki büyük eşitsizlik devam ediyor. Engelli bireylerin bağımsız ve kendi kendine yeterli bir yaşam sürdürmesinin koşulları hala oluşturulmuş değil. Kamu binalarının, açık alanların ve toplu taşım araçlarının engelliler için erişilebilir hale getirilmesi 1997 yılından itibaren mevzuata girmiş olmasına rağmen 21 yıldan beri bir arpa boyu yol alınmış durumda. Engellilere karşı önyargılar, ayrımcı tutum ve davranışlar bütün acımasızlığı ile devam ediyor. Engelliler ısrarla karar alma süreçlerinin dışında tutuluyor.
3 Aralık (2018) Dünya Engelliler Gününde bu gerçekleri kamuoyuna; Önemle ve özenle ilan ediyoruz!..
Bizler bu yılki 3 Aralık Dünya Engelliler Gününde bu gerçekleri kamuoyuna ilan ediyoruz. Elbette engellilerin çözüm bekleyen pek çok sorunu var. Ama ivedilik taşıyan taleplerimizi aşağıdaki gibi sunuyoruz.
· Bugün engellilere bakım aylığı ödenmesi için aile gelirinin kişi başına düşen bölümünün asgari ücretin üçte ikisinin altında olması, engelli aylığı alabilmek için ise asgari ücretin üçte birinin altında olması şartı aranmaktadır.  Hiçbir geliri olmayan engelli bir birey, diğer aile bireylerinin geliri nedeniyle gelir sahibi olarak görülmekte; engelli aylığı ve bakım ücreti hakkından yararlanamamaktadır. İki yıl önce TBMM bu koşulu 65 yaşın üzerindeki vatandaşlar için kaldırırken engellilerin bu yöndeki talepleri reddedilmiştir.Bu nedenle şart koşulan gelir düzeyinin hesaplanmasında aile geliri yerine engellinin bireysel geliri esas alınmalıdır.
· Geçtiğimiz yıl dönemin başbakanı 2018 yılında 5 bin engellinin kamu personeli olarak istihdam edileceğini kamuoyuna ilan ederken bu yıl 2bin 5 yüz engelli kamu personeli alınacağı açıklanmıştır. Engellilerbuna tepki göstererek rakamın söz verildiği gibi 5.000’e çıkarılmasın talep etmişler; 17 Eylül 2018 tarihinde görüştüğümüz Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Sayın Zehra Zümrüt Selçuk aralık ayında bu yönde çaba gösterileceğine söz vermiştir. Ancak bu söz yerine getirilmemiş ve 2 bin 5 yüz engelli kamu personeli istihdamı için tercih dönemi başlatılmıştır. 2019 yılında bu açığın kapatılması için en az 5.000 engelli kamu personelinin istihdam edilmesini istiyoruz.
· En çok kamu personel açığı Milli Eğitim Bakanlığında bulunmaktadır. Bakanlık yetkilileri bunun nedeninin, MEB çalışanlarının büyük çoğunluğunun öğretmenlerden oluşması ve yeterli engelli öğretmen adayı bulunmaması olarak açıklamaktadırlar. Oysa 3 bine yakın engelli öğretmen adayı varken alınacağı duyurulan engelli öğretmen sayısı 5 yüz olarak ilan edilmiştir. Bu nedenle en az 1.500 engelli öğretmen atanmasını, tercihlerde avukatlık, psikologluk, sosyologluk gibi mesleklere daha çok yer verilmesini istiyoruz.
· Engelliler arasında işsizlik oranı bu kadar yüksekken yüzlerce engelli, hiçbir soruşturma geçirmeksizin Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edilmiş; masum oldukları kanıtlandığı halde görevlerine iade edilmemişlerdir.KHK ile ihraç edilen ve hakkında hiçbir soruşturma yapılmayan veya aklanan engelliler görevlerine iade edilmelidir.
· Yıllardan beri köklü değişiklikler yapılacağı belirtilen Sağlık Kurulu Raporları Yönetmeliği hala yürürlüktedir. Bu yönetmelik vücut fonksiyon kaybı değerlendirmesini bilimsel olmayan ölçütlere dayandırmakta; bu nedenle pek çok engelli %40 sınırının altında kaldığı için engellilerin yararlandığı haklardan yararlanamamaktadır. Sağlık Kurulu Raporu Yönetmeliğinin bir an önce değiştirilmesini ve rapor verme yetkisinin tıp uzmanlarının yanı sıra özel eğitim, sosyal hizmet ve çalışma uzmanlarının da katılacağı bir kurula verilmesini istiyoruz. 3 Aralık 2018
Engelliler Konfederasyonu
Türkiye Körler Federasyonu
Zihinsel Engelliler Federasyonu
Altınokta Körler Derneği Genel Merkezi ve Ankara Şubesi
Türkiye Sakatlar Derneği Ankara Şubesi

Adına:
Av. Turhan İÇLİ
Engelliler Konfederasyonu Başkanı 
ENGELLİLER NE İSTİYOR 
Bizler, himaye, himmet, sadaka değil, herkesle eşit haklara, fırsatlara ve olanaklara sahip, başı dik yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz.
Hak öznesi yurttaşlar ve toplumsal bir taraf olarak kabul edilmek istiyoruz.
Kimsenin yardımına gereksinim duymadan yaşamını sürdüren, kendi kendine yeterli bağımsız bireyler olmak istiyoruz.
Engellilere, kadınlara, çocuklara, LBGTİ bireylere yönelen ayrımcılık, dışlama, şiddet, taciz ve istismarın sona erdirilmesini istiyoruz.
Salgın hastalıklar, beslenme yetersizliği, akraba evliliği, iş ve trafik faciaları, savaş ve terör gibi sakatlık kaynaklarının kurutulmasını istiyoruz.
Dünya Sağlık Örgütünün ICF standartlarına uygun yeni bir Sağlık Kurulu Raporları Yönetmeliği istiyoruz.
İlaç, Ortez, protez ve yardımcı araç-gereçlerin ücretlerinin tamamının devletçe karşılanmasını istiyoruz.
Üretim süreçlerinde verimli ve etkin olarak yer almak istiyoruz.
Nitelikli, işlevsel ve erişilebilir bir eğitim istiyoruz.
Engellilerin üniversiteye giriş sınavlarına istedikleri illerde ve özel cihazlarıyla girmelerinin sağlanmasını istiyoruz.
Haklara, hizmetlere ve bilgiye erişimin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz.
Herkes için tasarlanmış kentler, sokaklar, konutlar, toplu taşım araçları, ürünler ve yaşanabilir bir ülke istiyoruz.
Toplumsal yaşamda, bilimde sanatta ve siyasette etkin olarak yer almak istiyoruz.
Temsil organlarında sadece engelli sorunları için değil ülke ve dünya sorunlarının çözümüne katkı sunabileceğimiz için de yer almak istiyoruz.
Her şeyden ücretsiz ve indirimli yararlanmak değil, sakatlıktan kaynaklı ilave giderlerimizi karşılayacak düzeli bir engelli aylığı almak istiyoruz.
Tüm yurttaşlara, ücretsiz bakım hizmeti sunulabilmesi için bir an önce bakım sigortasının kurulmasını istiyoruz.
Nesnel, adil ve etkili bir sosyal yardım sistemi istiyoruz.
Sağlığımızı ve geleceğimizi tehdit eden nükleer santrallerin olmadığı, yaşam kaynaklarının tahrip edilmediği ve kirletilmediği bir doğal çevre istiyoruz.
Engelli aylığı ve evde bakım ödeneği gibi sosyal haklarla ilgili kriterlerde engellinin bir birey olarak görülmesini istiyoruz.
03.12.2018 "Engelliler Konfederasyonu" 0542 413 86 92