28 Mayıs 2014 Çarşamba

Nilüfer Gürsoy BAYAR; Kötülük, 27 Mayıs'tan Sonra Başladı ve Yayıldı!...

Celâl Bayar'ın Kızı, Nilüfer Gürsoy Bayar; Kötülük, 27 Mayıs'tan Sonra Başladı ve Yayıldı!...
III. ve İlk Sivil Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın
Kızı Nilüfer Gürsoy Bayar
Çiftehavuzlar’daki apartmanların arasında kaybolan tek katlı bir ev… Uzun yıllar ‘İcazet Kapısı’ olarak anılan kapıdan girince bizi 93 yaşındaki Nilüfer Gürsoy Bayar karşılıyor.
27 Mayıs’ta hem babası Celal Bayar, hem eşi Ahmet İhsan Gürsoy tutuklanan Nilüfer Gürsoy Bayar ile Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘27 Mayıs Darbesi ve Bizler’ kitabından yola çıktık, aileyi toparlama sürecini, siyasete atılmasını konuştuk.
Babanız Celal Bayar ve eşiniz Ahmet İhsan Gürsoy nedeniyle 27 Mayıs’ın en canlı tanıklarından birisiniz.
Sizin için 27 Mayıs nasıl başladı?
Çok planlı hazırlanmış bir projeydi darbe. İçinde sadece askerler yoktu, sivil-asker karışımıydı olayı hazırlayanlar. Tabii cunta önde gidiyordu ama destekleyicisi dönemin muhalefet partisiydi. Çok sonradan dışarıdan da tesirler olduğu anlaşıldı. İçeriden de muhalefet partisi adım adım ilerledi. 27 Mayıs dönemiyle sınırlı kalmadı, sonraki darbelere de yol açan darbe oldu.
Demokrasi tarihinde de bir kırılma noktası sayılabilir mi 27 Mayıs? Nihayet, çok partili sistemin ilk uzun süreli denemesiydi Demokrat Parti...
Kesinlikle bir kırılma noktası oldu. Böyle bir sürecin geleceğinin emareleri vardı. Mesela Dokuz Subay Olayı bir hazırlıktı. Köşk’e bir Muhafız Alayı Kurmay Albayı Osman Köksal yerleştirilebilmişti. Celal Bayar’ın da bu subay üzerinde çok durduğunu biliyoruz. Bize cumhurbaşkanı ailesi olarak ayrı bir muamele uygulandı, bu muamele başka bir aileye yapılmadı. Diğer aileler de muhakkak ki baskılar karşısında bizim hissettiklerimizi hissetmiştir. Hayat tarzımız müşterekti. Tek ayrılan durum, bizim tecrit yaşamamızdı.
Tecridi yaşarken ne hissettiniz?
Cumhurbaşkanlığı bir mevki. Yapılanları düşünüyorduk, mevki gelmiyordu aklımıza. Yapılan hareketler karşısında nasıl davrandığımız önemliydi. Üstelik yalnız babam değil, eşim Ahmet İhsan Gürsoy da hapisti. Ziyaret engelleniyor, mektuplarınız okunuyor, çocukları okuldan almak zorunda kalıyorsunuz. 
Bu süreci nasıl geçirdiniz?
Düşündüğüm zaman ‘O günleri nasıl geçirdik, bunları yaşayan biz miyiz?’ diyoruz. O günkü hissiyatı, acıyı elbette şimdi hissetmek mümkün değil. ‘Neden yapıldı, ne oldu, başka hallerde aynı şeyleri yaşayanlar da aynı acıları hissetti mi?’ diye düşündüğünüz başka bir çember oluşuyor. Darbeye maruz kalanların psikolojisi değişmiyor. Şiddeti, tarzı farklı olabilir ama hissedilenler aynı.
O dönem Demokrat Partililerin ailelerine ‘Düşükler’ deniliyor...
Bu sıfatlar, yapılan suçlamaların, hakaretlerin yanında az kalıyordu. 103 milyonları, ‘gençleri öldürdünüz’ suçlamalarını gördüğümüz zaman. Bunu söyleyebilen insanların elbette ağzı bozuk olacak. Acı olmakla beraber bu yalanların, bu suçlamaların yersizliğini görüp ‘Nasılsa günün birinde gerçekler ortaya çıkacak.’ diye düşünüyordum. Zulüm arttıkça kendi şahıslarından korktuklarını görüyordum. Çünkü yaptıklarının düzmece olduğunu biliyorlardı. Zulümleri de o nispette artıyordu.
Onlarla şimdi karşılaşsanız ne dersiniz?
‘Onlar bizle karşılaştıkları zaman ne derler?’ diye sorsanız, Faruk Güventürk 27 Mayıs’ın içindeydi. Kayseri’nin kumandanlığını yaptı. Yıllar sonra Umurbey’deki babamın vakfındaki defteri imzalayıp, ‘Bayar, seni bize yanlış tanıtmışlar.’ yazmış. Belki onların da beyni yıkandı.
27 Mayıs’a gidilen süreçte akademisyenler de yaptıkları yürüyüşlerle Demokrat Parti’ye karşı askere destek veriyor. Siz de o sırada akademi görevlisisiniz...
27 Mayıs olduğunda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) asistandım. Darbe olduğu sırada Sokrates’in savunmasını okuyorduk tesadüfen. Orada yazılanların kopyasını yaşamış olduk. DTCF bu süreçlerin dışındaydı. O süreçte o havayı benimseyenler akademi hayatı dışında darbenin yakınında bulunanlardı. Sonra neye ne kadar destek verdikleri ortaya çıktı. 27 Mayıs’ın hemen arkasından öne sürdükleri iddialar daha önce basında yer almamıştı.
Birçok iftiraları 27 Mayıs’tan sonra dile getirdiler.
Eşiniz de babanız da cezaevinde, çocuklarla ve annenizle siz ilgileniyorsunuz...
Hepimize kuvvet veren annemdi. Çok metanetliydi. Milli Mücadele’den gelmiş, birçok şeye göğüs germiş bir insandı. Babam Milli Mücadele’de evi terk ediyor. Gitmeden önce gelip anneme ‘Efelerin yanına gideceğim.’ diye soruyor, annem genç yaşına rağmen ‘Tabii bu senin vazifen, gideceksin.’ diye cevaplıyor. O yaşında babamın kaçtığı anlaşılmasın diye tül perdenin önünde fes giyip dolaşmış. Ağabeyimi alıp İzmir’den Bursa’ya geçmiş. Babam İstanbul Meclis-i Umumisi’ne mebus seçiliyor. Annem, geride aileyi toparlıyor. Onun desteği olmasa babam bu kadar rahat çalışamazdı. Elbette ki böyle bir kadının 27 Mayıs’ı karşılayışı da ona göre oldu.
Çiftehavuzlar’da oturduğunuz bu evin alınmasında da annenizin etkisi var değil mi?
Annem, babasından kalan mirasla bu evi aldı. 1958-59 yıllarında. Babamın prensibi ‘ne bir şey alınsın ne bir şey satılsın’dı. Siyasetle maddi işlerin bir arada yürümeyeceğini bilen biri olarak öyle düşünürdü. Annem, ilerisi için bir güvence olarak istedi. İkisi maalesef bir arada yaşayamadı bu evde. Sadece bir öğle yemeği yiyebildiler evin hazırlanması sırasında. 27 Mayıs olduktan sonra babam önce Yassıada’da, sonra Kayseri’de kaldı. Biz de tecride alındık, Çeşme’ye gittik. Ev teslim edildikten sonra, annem ve çocuklar buraya yerleştik. Annem, babam Kayseri’den döndüğünde hayatını kaybetmişti.
Babanız nasıl bir ruh haliyle geri geldi?
Çok metindi, metanetini kaybetmeyen bir insandı. Şahsiyetinden taviz vermezdi. Güçlüklere direnmesini bilirdi. Kayseri ya da başka bir yer onun için fark etmezdi. Babam eski Demokrat Partililerin bir araya gelip, hem o günü hem de bugünü konuşması için ‘Bizim Ev’ diye bir dernek kurdu. Önce Mısır Apartmanı, sonra Kalamış’ta. Buna ilaveten bütün arkadaşlarına bir mektup yolladı, yaşananların tarihe mal edilmesi için hatıralarını yazmalarını istedi. Yassıada’da bulunan arkadaşlarına ve davaya sahip çıkma özelliğini sonrasında da gösterdi. Kayseri’den sonra siyasi partiler kuruldu ve DP’nin oylarına talip oldu bu partiler. Tek tek burayı ziyaret ettiler. Bu evin perforje kapısı o dönem gazetelerde ‘İcazet Kapısı’ olarak adlandırılıyordu. Ömrünün sonuna kadar okumaya devam etti. Kitaplarını, evraklarını elden geçirdiğimizde 60’ların, 70’lerin, 80’lerin içinde de bütün olayları çok iyi takip ettiğini, ne kadar neşriyat varsa hepsini izlediğini görüyoruz. Şimdiden bakınca 27 Mayıs’ın diğer darbelerin önünü açtığı görülüyor.
Siz bu günden bakınca nasıl görüyorsunuz o süreci?
Darbe, birçok şeyi altüst etti. Meclis’i kapattı. Cumhuriyet’in tekliğini ortadan kaldırmak isteyip 2. Cumhuriyet demeye kalkıştılar. Düşünebiliyor musunuz, bir hukuk profesörü darbeye katkı veriyor. İlimle gerçekle alakası olmayan şeylerdi. İdamların olmaması gerekirdi. Ve onun ezikliği hâlâ bu toplumda konuşuluyor, nefretle karşılanıyor. O günlerde de Fatin Rüştü Bey’in Birleşmiş Milletler’deki sandalyesine çelenk konuldu, herkes bu olayı kınadı. Yapılan kötülükler 27 Mayıs’tan sonra da devam etti. 12 Eylül’den sonra da... Darbeler olmasın diye Tahkikat Komisyonu açıldı ama daha çok 28 Şubat’ın üzerinde durdu. İlk örnek 27 Mayıs esasen. 12 Eylül’den sonra da hadiseler durmadı, rejim yerine oturmadı. 27 Mayıs, darbelere yol açtı. Her harekete de darbe sıfatı konulmamalı. 27 Mayıs darbesi yalnız Demokrat Parti’ye olmadı, sivillere de olmadı, orduya da bir darbe yapıldı. Asıl bu göz ardı ediliyor.
Annemi trende kaybettik
Aklınızda en çok yer eden olay ne, o günlerden? Annem kalp hastasıydı, tansiyonu sürekli inip çıkıyordu. Trende, babamı ziyarete giderken kaybettik. Cenazesi bir hanıma yapılacak en büyük cenaze töreni oldu. Kendiliğinden toplandı insanlar. Kalabalığın bir ucu Hacı Bayram’a bir ucu Cebeci’ye uzandı. Halk bize orada sahip çıktı. Bir de Kayseri’de babamı ziyaret ederken Kaman’da durduk. Ben inmedim. Baktım halk otobüsün etrafına toplandı. Gelip, ‘Bir çayımızı içmez misiniz?’ dediler. Davet eden de daha sonra bütün Demokrat Partililerin ahbap olduğu Aşir Bey’di. Bir taraftan çay ikram ediyorlar, bir taraftan halk sessiz, konuşmuyor da. Baktı baktı, ‘Baban da geldiydi buraya, onun da ellerinde siyah noktalar vardı, ona benziyorsun.’ dedi. Sonra babam sağlığı dolayısıyla serbest bırakıldı. Yine büyük bir konvoyla yola çıktı. Kaman’a gelindi, yine Aşir Efendi’nin lokantasına öğle yemeğine gidildi. Ne bulduysa ortaya konuldu. O arada haşlanmış yumurtalar da geldi. Gazeteciler de vardı aramızda. Babam sağlık dolayısıyla serbest bırakıldığı için bunu çürütmek sebebiyle ‘Bayar dokuz yumurta yedi’ manşeti atmışlar. Seneler geçti, o gazeteciyle Boğaz’da karşılaştık. ‘Siz babama dokuz yumurta yedirmiştiniz değil mi?’ diye sordum. Sustu. (REF: ÖZEL HABER, AYÇA ÖRER; 25 Mayıs 2014, Pazar)

15 Mayıs 2014 Perşembe

GERÇEK ORTAYA ÇIKSIN. HATA'MI? İHMAL'Mİ? KASIT'MI? BİLİNSİN!..Soma'da 12 bin işçi yer altında çalışıyor!..

Soma'daki katliamın durdurulmasını isteyen önerge AKP'nin oylarıyla reddedildi!
Türkiye Manisa'nın Soma ilçesinde yaşayan maden faciasında ölen işçilere ağlarken, katliam gibi kazanın göz göre göre geldiği ortaya çıktı. Soma'daki kitlesel işçi cinayetini 6 ay önce öngören ve TMBB'ne bu konuda bir meclis araştırması açılması için önerge veren CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel'in teklifi AKP tarafından engellendi. (*)
SOMA ÖNERGESİ 6 AY SONRA GÜNDEME GELEBİLDİ
Özel'in 23 Ekim 2013 tarihinde verdiği araştırma önergesi, yaklaşık 6 ay sonra, 29 Nisan 2014'te TBMM gündemine geldi. 29 Nisan'da TBMM Gelen Kurulu'nda yapılan görüşmede, Soma için Meclis Araştırması açılmasına CHP, MHP ve BDP "Evet" derken, AKP'nin "Hayır" oylarıyla önerge reddedildi.
DENETİMLERİN ARTTIRILMASI TALEP EDİLMİŞTİ
CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel'in TBMM'ne verdiği ve AKP'nin oylarıyla reddedilen önergede, Soma'daki kömür madeninde 4 Eylül ve 4 Ekim 2012 tarihlerinde çıkan yangınlarda ölen işçilere değinilmiş, son olarak da 20 Ekim 2013'te çıkan yangında ise bir işçinin öldüğü, 27 işçinin de yaralandığı kaydedilerek, iş kazalarının önlenmesi, yaşanan ölümlerin sorumlularının araştırılması ve kamusal yaptırım ve denetimlerin arttırılması amacıyla Meclis Araştırması açılması talep edilmişti.
2002-2013 YILLARI ARASINDA13 BİN 442 İŞÇİ ÖLDÜ!
29 Nisan'da yapılan konuyla ilgili görüşmede MHP adına konuşan MHP Manisa Milletvekili Erkan Akçay ise, Türkiye'deki işçi ölümleri ortalamasının AB ülkelerinin 8,5 katı olduğuna dikkat çekerek, "Türkiye'de 2002-2013 yılları arasında toplam 880 bin iş kazası yaşanmış, bu kazalarda 13.442 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. 1946'dan 2013 yılına kadar iş kazaları sonucu ölen işçilerin sayısı ise 61 bin 270'e ulaşmıştır. TÜİK'in '2013 İş Kazaları Araştırma Sonuçlarına' göre iş kazası oranının en yüksek olduğu sektör madencilik ve taş ocakçılığı sektörüdür. Madencilik ve taş ocakçılığı sektöründeki kazaların toplam kazalar içindeki payı yüzde 13,4'tür. 1955-2013 tarihleri arasında toplam 3 bin 98 kişi maden kazalarında hayatını kaybetmiş, 326 bin kişi de yaralanmış veya sakat kalmıştır" görüşünü dile getirmişti.
SOMA'DA 12 BİN MADEN İŞÇİSİ YER ALTINDA ÇALIŞIYOR
Özelleştirme, taşeronlaştırma ve rödövans gibi yanlış uygulamalar ve kamusal denetimin yeterince yapılmamasının iş kazalarının artmasına neden olduğunu kaydeden MHP'li Erkan Akçay, Soma'da çalışan nüfusun yaklaşık 15 bininin maden işçisi olduğuna dikkat çekerek, "Maden çalışanlarının yaklaşık 13.500'ü özel sektörde, 1.500'ü kamu madenlerinde çalışmaktadır. Maden çalışanlarının yaklaşık 12.000'i yeraltı çalışanıdır. 105 bin kişinin yaşadığı Soma'da, 2013 yılında sadece Soma Devlet Hastanesinde 650 bin poliklinik, 150 bin acil yardım hizmeti verilmiştir. 2013 yılında Soma'da 5 bin iş kazası olmuştur. Bu kazaların yüzde 90'ı maden kazalarıdır. Soma'daki TKİ'ye bağlı Ege Linyit İşletmelerindeki kazalarda çalışan 79 madenci ölmüştür. Soma'da son 10 yılda özel sektördeki kazalarda 20'den fazla maden işçisi hayatını kaybetmiştir. Maden kazalarının birçoğunda yanık yaraları oluşmaktadır. Soma Devlet Hastanesinde yanık ünitesi olmadığı için özellikle maden kazalarındaki yanık yaralıları başka illere sevk edilmek için saatlerce bekletilmekte bu da ölümlere neden olmaktadır. Bu nedenle acilen Soma Devlet Hastanesinde'Yanık Ünitesi' kurulmalıdır" bilgisini vermişti.
'SOMA'DA ÇOCUKLAR ASTIM VE BRONŞİTLE DOĞUYOR'
Konuşmasında, yaklaşık 15 bin maden çalışanının bulunduğu Soma'da toz ve meslek hastalıklarıyla ilgili tespit kurulu bulunmadığının da altını çizen Akçay, geçen hafta Soma'da meslek hastalığı raporu alan 50 maden işçisinin işten çıkarıldığına dikkat çekerek, şunları dile getirmişti: "Soma Termik santraline bacagazı filtresi takılmaması nedeniyle Soma'da hava kirliliği çok yüksek boyutlara ulaşmıştır. Manisa merkezdeki kükürtdioksit ortalaması 17 iken, Soma'daki kükürtdioksit ortalaması 63 birimdir. Soma kükürdioksit ortalamasının en yüksek olduğu yedinci yerdir. Soma'da bu hava kirliliği nedeniyle kanser hastası sayısı dünya standartlarından dört kat daha fazladır. Soma'da bugün doğan çocukların büyük bir bölümünde astım ve bronşit gibi hastalıklar vardır.
'TAŞERON SİSTEMİ KALDIRILMALI'
Maden kazalarını azaltmak için denetim etkin kılınmalı, yaptırımlar caydırıcı hale getirilmelidir. Maden ocaklarında taşeron sistemi kaldırılmalıdır. İş sağlığı ve güvenliğinden sorumlu mühendis, iş akdi ve ücret yönünden işverenden bağımsız olmalıdır. Uluslararası Çalışma Örgütü'nün 176 sayılı madenlerde iş sağlığı ve güvenliği sözleşmesi onaylanmalıdır. İş güvenliği ile ilgili yeterince denetim yapılmamaktadır. Maden işçilerinin aldıkları ücret yetersizdir. İş güvenliği taşeron patronların iki dudağı arasındadır. İş güvenliği yeterli olmayan ocaklarda düşük ücretle uzun mesai saatleriyle çalışan madencilerimiz, yaptıkları iş ve çalışma koşulları nedeniyle genç yaşta sağlık sorunları yaşamaktadır.
'MADENCİLERİN İŞ GÜVENLİĞİ YOK'
Maden işçileri, İş güvenliğinin hiçe sayıldığı maden ocaklarında düşük ücret ve uzun mesai saatleriyle çalışmaktadır. Maden işçileri, yaptıkları iş ve çalışma koşullarından dolayı genç yaşlarda sağlık sorunları yaşamaktadır. Maden işçilerinin iş güvencesi yoktur. Yeraltında en az 20 yıl çalışan ve erken yaşlandığı tespit edilen 50 yaşını doldurmuş madencilere emeklilik hakkı, yer üstünde çalışan madencilere yılda 90 gün fiili hizmet süresi verilmelidir."
(*) From: 'yusuf yavuz' via VATAN ve EMEK
Subject: [VATAN ve EMEK Cephesi] Soma'da 12 bin işçi yeraltında çalışıyor! 
 “Fotoğraflardan gördüm/ yüzleri kömür karası adamlar/  bismillahirrahmanirahim yazan ocak kapısından geçerler/ inerler yeraltına, tamam, itirazım yok/ inkar edemem hâşâ/ şüphesiz Allah rahman ve rahim olandır da/neden o ocak kapısında / “dünyanın bütün işçileri, birleşiniz” yazmaz... / Neden ölür madenciler onar onar, yüzer yüzer / Rahman ve rahim olana gitmez mi duaları / yoksa sadece patronlar için midir o yazı / ki onlar ne ölürler, ne hesap verirler mahkemede. /neden dua edenler ölür hep...” Abidin yağmur
Ne desem ne yazsam. Öfkemi nasıl anlatsam. Ki defalarca yazdım bu konuda. Ancak bu kez iş cinayeti sözcüğü bile yetersiz kalıyor dramı anlatmaya. 21.yüzyılın en büyük “iş cinayeti” daha doğrusu katliamı ile uyandık güne. Bu gün, bu yazıyı yazdığım saatte açıklanan sayı 232. Soma’da Tam 232 Madencinin cansız bedeni çıkmış toprağın altından. Soma. İtiraf edeyim bu ilçe coğrafyanın hangi köşesindedir haberim yoktu. Adını bile duymamıştım. Oysa Soma'da 101 yıldır Kömür yani 1913'ten beri kömür çıkartılıyormuş. İlçedeki Ege Linyit İşletmeleri'nde 1950'lerden bu yana en az 79 maden çalışanı hayatını kaybetmiş. Sadece geçen yıl 2013'te sekiz işçi iş cinayetinde hayatını kaybetmiş.
103 yılda iş yasaları değişti. Emekçiler bedeller ödeyerek yeni haklar elde ettiler. Ama Türkiye bir türlü  Uluslararası Çalışma Örgütü'nün(ILO) 176 numaralı "Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi"ni imzalamadı. Tüm hükümetler bu konuda duyarsız davrandı ama AKP hükümeti çok daha fütursuzca “taşeron” sistemini besledi. Soma katliamında hayatını kaybeden 15 yaşındaki çocuk Kemal Yıldız’ın cansız bedeni bu gerçeği bir kez daha gösterdi.
Yıllar önce “Devlet – patron işbirliği ve katil kim” adlı bir yazı yazmış ve Metin yeğin’in bu gün yayınlanan “katil kim” adlı yazısında sorduğu şu soruyu dolaylı olarak ben de sormuştum: “Neden hiç zenginler toplu halde ölmüyor? Siz hiç, mesela ‘tahvilleri altında hayatını kaybeden 7 dolar milyarderi’ haberi okudunuz mu? Ya da ‘borsanın hızla yükselmesi sonucu kalp krizi geçirerek hayata veda eden 4 borsa zengini’ filan. Yok onlar sadece uzun süreli hastalık tedavileri sonucunda ‘hayata veda’ ederler…”
Soma’da ölenleri anarken, sorumluları da işaret etmek gerekiyor. Bu iş cinayetlerinde Soma holding’in ve AKP hükümetinin yanı sıra dolaylı ya da dolaysız Koç da suçludur, Sabancı da, Koza’da, Ülker de, Boyner de… Sermayenin dini, imanı, ırkı, rengi olmaz. İslamcı sermaye kötüdür, Hıristiyan ya da ateist sermayedar iyidir demek saflık ya da konuyu bilmemekten kaynaklanır. Doğayı kirleten de, diktatörlere destek veren de bu sermaye sınıfıdır. Özellikle son 30 yılda iş cinayetlerinin, kirletilen nehirlerin, denizlerin, yağmalanan sahillerin, yok edilen ormanların ve göllerin sorumlusu-suçlusu emekçiler-çapulcular, mülksüzler değildir. Büyük mülk sahipleridir. “Ulusal” ve uluslararası tekellerdir. Bunlardan birisinin kişi olarak “iyi görünmesi” sizi yanıltmasın. Hafızanızı tazeleyin, Kenan Evren’in darbe yaparken, Tayyip Erdoğan’ın ilk iktidara gelirken, bu sermaye sınıfı tarafından desteklendiğini anımsayın.
Bu patronların ellerinde, pazar-paylaşım için çıkartılan savaşlarda öldürülen, yerlerinden yurtlarından göç ettirilen insanların kanı vardır. Küresel sermaye sözcülerinin, ‘Küreselleşme iyidir’ safsatalarının arkasında, küresel suç ortaklığı yatmaktadır. Artık dünyanın tüm büyük patronları aynı örgüt içinde yer almakta, aynı suç makinesini elbirliği ile çalıştırmaktadır.
Şair Berdan İldan, olayı duyduğunda yaptığı doğaçlamada; “Uzun sessizliklerin ardından yine gözyaşları bitmeyecek maden ocaklarında, yağmur damlaları içinde akacaklar pınarlara. İzleri kalacak yüzlerimizde. Yarın burjuvazi erken kalkacak, toplantı yapacaklar kendi ekranlarında. Sayım yapacaklar. Sonra bir kaç gün timsah gözyaşı dökecekler, sonra sarı sendikacılar gelecek. Hesap vermeden unutulacak. Roboski, Gezi, Sivas, Solingen veTersaneler gibi. Sonra yine...” demiş. Haklı İldan, ne yazık ki haklı.
Soma, bizi bir kez daha bu gerçeklerle yüzleştirdi.
Metin Altıok yıllar önce ifade etmiş bu gün Soma’lı madencilerin yaşadığı öfkeli, acılı, karmaşık ruh halini:
“Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
içimde cesetler ve daha ölmemişler var…”
Onların sesini duyalım. Duyuralım. Yeni kazaları, katliamları beklemeden.
From: adil okay & kayadil@hotmail.com
Sent: Wednesday, May 14, 2014 3:11 PM
Arslan BULUT-Soma’daki facia hepimize uyarıdır!..
Kimden: Gürsel Albayrak 
Ölenlerle, geride kalanlarla birlikte yüzlerce, binlerce insanımızın hayatını kömür gibi karartan Soma’daki facia bir ilk değildir; milletçe zihniyetimizi değiştirmediğimiz sürece son da değildir.
Böyle acı günlerde, sadece iktidarı suçlamak kolaycılık olur. Tıpkı her işimizde başvurduğumuz yol, yöntem gibi... Bir işi dört başı mamur yapmak, daha fazla kaynak harcayıp önlem almak, hepimize zor gelir. Kapitalizmin mantığı da emeği, yani insan gücünü ucuza mal ederek, en fazla kârı temin edebilmektir. Küresel kapitalizm, özelleştirme ister, imtiyaz ister, sermayenin önündeki engellerin, sınırların kaldırılmasını şart koşar.
Denilebilir ki “Fransa da kapitalist bir ülke, orada da kömür madenleri işletiliyor. Fransa’da neden 50 yıldır maden kazası olmuyor?” Çünkü Fransa, özelleştirme çılgınlığına kapılmadı. Özelleştirdiği sektörlerde de devlet denetimini güçlendirdi. Can güvenliğini sağlamak gibi temel bir kuralın gereklerini yerine getirmeyenlere çalışma ruhsatı vermedi. Yerin 2 bin metre altında vardiya değişimi sırasında olsa bile belirli sayıdan fazla işçi bulundurulmasına izin vermedi. İşçilerin haklarını da ihmal etmedi. Kapitalizmi, sosyal devlet kuralları ile frenledi.
Türkiye ise vahşi kapitalizmin ilk uygulandığı zamanlara doğru geriliyor. Her geçen gün, sosyal devletten, iş güvenliğinden taviz vere vere madenlerde çalışan işçiler, Güney Afrika’daki altın havzalarında, beyazlar tarafından ölümüne çalıştırılan siyah işçilerin durumuna düşürüldü. Bir grizu patlaması veya son olayda olduğu gibi trafo patlaması olunca da siyasi sorumlular, durumu “takdiri ilâhi” diye mazur göstermeye çalıştı. Manisa CHP Milletvekili Özgür Özel’in Soma Kömür İşletmeleri ile ilgili olarak verdiği Araştırma Önergesi, iktidar tarafından 29 Nisan 2014 günü reddedilmese ve gerekli önlemler alınsaydı, kaza meydana gelse bile can kaybı bu kadar yüksek olur muydu?
Böyle vahim bir olay sonrasında ilân edilen üç günlük milli yası bari iyi değerlendirelim ve istisnasız hepimiz kendimizi gözden geçirelim!
İddia ediyorum; Soma benzeri facialarla karşılaşmamızın sebebi, Cumhuriyet değerlerinden koparak “Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için” ilkesini tamamen unutmamızdır!
Osmanlı devleti çökerken, Meclis-i Mebusan, Misak-ı Milli’yi yani milli sınırlarımızı tespit etmişti. Daha Cumhuriyet ilân edilmeden, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında ise İzmir’de “Türkiye İktisat Kongresi” toplandı ve yeni ekonominin temelleri atılmaya başlandı. Burada tespit edilen “Misak-ı İktisadi Esasları”ndan üçünü hatırlatacağım:
MADDE 5: 

Türkiye halkı, servet itibariyle bir altın hazinesi üzerinde oturduğuna vakıftır. Ormanlarını evlâdı gibi sever. Bunun için ağaç bayramları yapar, yeniden orman yetiştirir, madenleri kendisi işletir, servetlerini herkesten çok tanımaya çalışır.
MADDE 8: 

Birçok harpler ve zaruretlerden dolayı eksilen nüfusumuzun çoğalması ile beraber, sıhhatimizin, hayatımızın korunması en birinci emelimizdir.
MADDE 9: 
Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever, işlerde inhisar istemez.
Bugün Büyükşehirler Yasası ile birlikte, mesela Trabzon ormanları, kapanın, kesenin, yakanın elinde kalıyor. Bütün madenler, birilerinin inhisarına veriliyor ve Türkler, kendi vatanında köleleştiriliyor!
Cumhuriyetin kurucu değerlerini esas alarak, A’dan Z’ye her şeye sıfırdan başlamamız gerekiyor. Yoksa sadece kazalarla değil, yaptığımız siyasi tercihler yüzünden savaşlarla yok olmak gibi sonuçlar da bizi bekliyor! Ötüken ormanlarında doğmuş, demiri bulmuş ve üretmiş bir milletin çocukları bu duruma düşmemeli...

9 Mayıs 2014 Cuma

Lozan ihaneti ne zaman konuşulacak? (1 & 2) Fuat Uğur,

Lozan ihaneti ne zaman konuşulacak? (1)
Fuat Uğur, fugur1864@gmail.com
Cenaze törenlerinde namazı kıldıran imamın “merhumu nasıl bilirdiniz” veya “hakkınızı helal ediyor musunuz?” sorularıdır en çok yakınlarını duygulandıran...
Tarihimize bir “Kahraman” olarak monte edilen İsmet İnönü’nün cenaze törenine yetişseydim acaba bu soruya nasıl bir cevap verirdim? Geçen gün, bunu bir kez daha sordum kendime. O gün Ergün Diler ile Bekir Hazar’ın a Haber’deki Yaz Boz programında konuk olan İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Mehmet Hakan Sağlam’dan Lozan Anlaşması adı verilen ihanet antlaşmasının hiç bilmediğim yönlerini dinlediğim gündü.
Eminim, benim gibi pek çok kişi de derin ve içten bir “Ah” çekmiştir.
Şimdi aşağıdaki şu fotoğrafa bakın lütfen: (aşağıda)
Üzerindeki tarih; 
15 Mayıs 1915; 
Arıburnu Şehitlerinin fotoğrafı.
Anzak Koyu diye adlandırılan ve Anzak askerlerinin çıkarma yapıp, gemileri demirledikleri bir iç liman. Yaklaşık 1500 metrekarelik bir arazi. Hepimizin bildiği gerçek; on binlerce şehit verilir. İşte o şehitlerin, toprağa düşenlerin fotoğrafıdır bu acı veren görüntü.
Bir de Arıburnu’nun haritadaki yerini ve günümüzden bir fotoğrafını görelim.
Türkiye Devleti savaşı kazanan taraf olarak Lozan Barış Antlaşması’nı imzaladığında tarih 24 Temmuz 1923’tü ve Çanakkale Savaşı’nın üzerinden tam 8 yıl geçmişti.
İmzalayan heyete, Ankara’ya “Lozan Kahramanı” olarak dönen İsmet Paşa (İnönü) başkanlık etmekteydi.
ÇANAKKALE’DE İNGİLİZ TOPRAĞI OLDUĞUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?
Derin bir nefes alın. Ve nihayet Lozan anlaşmasının 129. Maddesi:
Türkiye Hükümetince verilecek arsalar içinde, özellikle Britanya İmparatorluğu için 3 sayılı haritada gösterilmiş olan Anzak adlı kesim (Arıburnu) de bulunacaktır.
Yanlış okumadınız.
Şu anda, Türkiye sınırları içinde Çanakkale’de İngiliz toprakları var. İşte o düşmana geçit vermemek için on binlerce şehidin verildiği topraklar; Anzak Koyu'ndaki 1500 metrekarelik Arıburnu toprağı İngilizlere verilmiş.
Aklınızdaki soruyu cevaplayayım. Evet, ben bunu yeni öğrendim.
Ama bu durum, İnönü’yü Lozan kahramanı olarak takdim edip İngilizlere toprak verdiğini gizleyenlerin ortak sorumluluğunu, suçunu görmezden gelmemizi gerektirmiyor.
SEVR YALANI İLE LOZAN’I BAĞLADILAR
 Üstelik Lozan’da kaybedilenler bununla sınırlı değil. Dr. Mehmet Hakan Sağlam’a telefon açtım. Hastanedeydi, elinden ameliyat olmuştu. Aşağıdakiler bunlardan sadece biri:
“Lozan’da kaybedilen aslında 12 milyon metrekare topraktı. Türkiye devleti Lozan’da masaya oturduğunda Orta Doğu’dan Sudan’a kadar geniş toprakların sahibiydi. Ulusalcıların iddia ettiği gibi Sevr Anlaşması adlandırılan metin değildi İsmet’in elini kolunu bağlayan. Çünkü Sevr Anlaşması diye adlandırılan o metni ne Osmanlı onaylamıştı, ne İngiltere, ne de Fransa meclislerinden geçirmemişti. Hiçbir bağlayıcı değeri yoktu. Ama İsmet İnönü Lozan’da öyle bir anlaşma yaptı ki Sevr’in içindeki maddelerin yüzde 50’si orada yer aldı zaten.”
Savaşı kazanan taraf olarak oturulan bir barış masasında, en hafif deyimiyle ülkesini hovardaca bağışlayan bir başka heyet var mıdır dünyada?
NE HARİKULÂDE BİR HAYAT!
ABD’nin Lozan Müşahidi, yani gözlemcisi John Grew görüşmelerin yapıldığı Beau Rivage Palace’da, yani Güzel Yalı Otelinde Türk heyetinin düzenlediği bir yemekte İsmet Paşa peş peşe o kadar çok içer ki artık incir çekirdeğini doldurmayan şeylere gülüp kahkaha atmaya başlar. Yaşamanın ne harikulâde bir şey olduğunu söylemektedir boyuna. Tuhaf bir durumdur yaşadığı John Grew’un.
HALI TÜCCARI HEYET!
İsmet Paşa için hayat hakikaten harikulâdedir. Alelade bir subayken artık Türkiye gibi, öyle ya da böyle sınırları olan bir ülkede ikinci adam olacağını az çok öngörmektedir. Artık “Bitse de gitsek” haleti ruhiyesi içindedir ve ne varsa vermeye hazırdır. Bu nedenle Lord Amery Türk heyetini halı satıcılarına benzetir; tam kapıdan çıkarken müşterinin verdiği fiyata razı oldukları için. Nitekim baş tüccar İsmet Paşa İngiliz heyetinin başkanı Lord Curzon’a aynen şunu demektedir:
“Musul ve Kerkük’ün sizde kalmasında hiçbir sakınca yok”
İsmet İnönü tarihteki gerçek yerini almalı. Üstelik Lozan tek gerçek sebep değil bunun için.
Lozan ihanetinin savunucuları için (2)
Salı günü “Lozan İhaneti Ne Zaman Konuşulacak?” diye sormuş ve İsmet Paşa başkanlığında Lozan’a gidip anlaşmayı imzalayan heyetin, Lord Amery’nin ifadesiyle “tam kapıdan çıkarken müşterinin verdiği fiyata razı olan halı tüccarlarından farksız davranıp”, 12 milyon kilometrekare vatan toprağını nasıl tek tek elden çıkardıklarını yazmıştım.
Öyle ki Çanakkale’de İngilizlerin çıktığı Anzak Koyu'ndaki Arıburnu’nda, 1500 metrekarelik tabii liman ile iki arsa İngilizlere hediye edilmişti. Siz “hediye” sözcüğü yerine başka bir kelime kullanabilirsiniz.
Ama Lozan’da Türkiye’ye atılan kazık bununla sınırlı değildi.
Anadolu’yu işgal edip Polatlı’ya dek ilerleyen Yunan ordusunun verdiği hasarı, zarar ve ziyanı kurulan bir komisyon hesapladı. O zamanki parayla 5 milyar liraydı. 1923 yılında bir Osmanlı altınının 7 lira olduğunu düşünürseniz Yunan ordusunun bu ülkeye verdiği zarar 4 bin 762 ton altındı. Bugünkü parayla 190 milyar dolar. Barış görüşmeleri için oturulan masada tam da bunun için, yani Yunanistan’ın Türkiye’ye savaş tazminatı ödemesiyle ilgili bir madde var. Ancak İsmet Paşa, milletin kesesinden, cebinden, onun döktüğü kan ve kaybettikleri üzerinden sorumsuzca hovardalık yaparak 190 milyar dolar değerindeki zarar-ziyanı bağışladı. Hem de kimse bu teklifi yapmadığı hâlde. Yunanistan’ın bu parayı ödeme ihtimalinin bulunmadığını ifade ederek Türkiye’nin tüm haklarından, alacaklarından vazgeçtiğini belirterek bu saldırgan ülkenin borçlarını bir kalemde sildi.
İşte o madde:
“Madde 59-Yunanistan, savaş yasalarına aykırı olarak Anadolu’da Yunan Ordusunun ya da yönetiminin eylemlerinden doğan zararların onarımı yükümünü tanır. Öte yandan, Türkiye, Yunanistan’ın savaşın uzamasından ve onun sonuçlarından doğan parasal durumunu göz önünde tutarak onarım konusunda Yunan Hükümetine karşı her türlü talebinden kesinlikle vazgeçer.”
Düşünelim. Yunanistan’ın ülkeye verdiği zarar 4 bin 762 ton altın olarak hesaplanıyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin altın rezervi 400 ton civarında. İsmet Paşa, bu “âlicenap”lığının karşılığını aldı mı dersiniz? Nerede? Osmanlı’nın, bugünün parasıyla 40 milyar dolar değerindeki borçlarını kabul etmekte bir sakınca görmedi. Peki, Türkiye Yunanistan’dan daha iyi durumda mıydı o vakitlerde?
Türkiye bu parayı 1954’e kadar ödedi ve ancak o zaman kapattı.
Daha bitmedi.
Osmanlı devleti 1911 yılında İngiltere’ye iki savaş gemisi sipariş etmişti ve bunun için de 70.5 ton altın ödedi. Nakit. Gemilerin yakıt parasına kadar hem de. İngiltere bu gemileri yaptı ama 1914 yılında patlayan Birinci Dünya Savaşını bahane ederek teslim etmedi. İşte aynı İngilizler Lozan’a bu konuda da bir madde koydurdular.
Anlaşmanın 58. Maddesinin son fıkrası.
Okuyun siz karar verin:
“Türkiye, Osmanlı Hükümetince İngiltere'ye ısmarlanmış olup Britanya Hükümetince 1914 yılında müsadere edilmiş savaş gemileri için ödenmiş bulunan paraların geri verilmesini, ne Britanya Hükümetinden, ne de onun uyruklarından istememeyi kabul eder ve bu konuda her türlü talebinden vazgeçer.”
İngiltere’nin 3 milyar dolarlık borcu hovarda İsmet Paşa tarafından yine bir kalemde silinir.
İsmet Paşa, Lozan’a askerî okuldan hocası Haim Nahum’u da götürür. Haim Nahum İngilizlere aynen şu sözü verir: “Siz toprakları parçalanmış Türkiye’nin bütünlüğünü tanıyın, ben bunlara İslâmiyeti ve Halifeliği ayaklar altına aldıracağım.”
Bu satırlar Haim Nahum’un anılarında geçiyor.
İsmet İnönü Lozan anlaşmasını imzalayıp Ankara’ya döndüğünde kendisini garda karşılayan Kazım Karabekir’e, onun mütedeyyin kişiliğine bir parmak bal çalarak yaptığı satış sözleşmesini şu sözlerle yutturmaya çalışıyor:
“Biz Hıristiyan olsaydık bu toprakları kaybetmezdik.”
Salı günkü yazımdan sonra gelen tepkilerin çoğunluğu tıpkıbasım:
“Ne var yani, 4-5 dönümlük bir mezarlık yeri verilmiş İngilizlere. Türkiye bugün gayrimenkul satışlarıyla yabancılara toprak ve konut satmıyor mu?”
Bu feraset yoksunluğunu Allah’a havale ediyor, akıl fikir ve zihin açıklığı diliyorum.
3.5.2014 & Fuat Uğur, fugur1864@gmail.com
(Ref: 2, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/fuat-ugur/580381.aspx )
***
YORUM; ELEŞTİRİ VE KATKILAR:
Re: ULUSAL HABER" bir projedir,,,,,,,,RE: Sayin Fuat UGUR´un 09 Mayis 2014 günlü "LOZAN IHANETI NE ZAMAN KONUSULACAK???" baslikli yazisi‏
Uysal, Remzi Almanya
Kime: ULUSAL HABER & ULUSAL AJANS
Degerli Dostum Mustafa Nevruz Bey,
ULUSAL AJANS´in cok degerli hizmet verdigine bizzat tanigim. Anavatan´dan uzakta yasayip, Anavatan´a güclü duygu, kopmaz baglarla sarilmis biz insanlara duydugunuz sevgi ve göstermis oldugunuz alakayi, bu ajans yayinlarindan yansittiginiza, duygularimizi yine bu ajans üzerinden ileriye aktarmis oldugunuza, en yakindan tanik olanlardan biriyim. 
Bu nedenle de size büyük bir saygi ve minnet duygularimi iletmek istiyorum.Yazimin yayinlanmasi icin degil, "link" sizden geldigi icin, yüregimde aniden kabaran duygularimi size iletmek ve sizinle paylasmak istedim. Sayin Fuat Ugur,  09 Eylül 1922 günü Izmir´de Ordumuz´da "son kursun" un da tükenmis oldugunu bilmis olsaydi, Lozan´i ihanet olarak tanimlayamazdi. Bunu bilip ögrenmek ve de yorumlayabilmek icin, yüksek ögrenimlerle, master ve doktora ünvanlarina gereksinim de yoktur. Bizim toplumumuzda, milletin kahramanlari da olsalar, bazi isimlere (!) karsi önyargilar, aileden baslayip, icine girilen grup ve teskilatlarda beyinlere siringa edilebiliyor. Tanri Türk milletine bir daha kurtulus mücadelesi vermeyi nasip etmesin. 
Türkiye´ye - Anavatan´a  esim ile yeni geldik. Insallah bu defa Ankara´ya bizzat sizi ziyarete gelecegim. Hic bir zahmete girmenizi istemedigimden, sürpriz yapmayi ve sizinle Arslanli Yol´da yürümek ve daha önce de dillendirdigim gibi, ATAMIZ´nin ebedi huzurevi olan Anit Kabir´i seyredebilecegimiz bir mekanda -Tanri izin verirse- 40 yil unutulmayacak kadar aci bir kahve icmek isterim. Ögretmenevlerinde konaklayacagim icin, size yakin ögretmenevlerin adreslerini de bana bildirebilirseniz, sevinecegim. En icten selam ve sevgilerimle
Remzi UYSAL
***
Mustafa Nevruz SINACI <gercek.demokrat@hotmail.com> schrieb am 11:48 Freitag, 29.August 2014:
Çok Sevgili ve Değerli Remzi Bey'ciğim,
ULUSAL HABER'in koordinatörü ben'im. Sahibi yakın bir dostumuz ve arkadaşımızdır. Bu gazete, Türkiye Cumhuriyeti gümrüklerinde yaşanan büyük sıkıntı, ıstırap, haksızlık ve kanunsuzlukları yansıtmak, alternatif çözümler üretmek ve uygulanması için ilgili mercilere önermek amacıyla kuruldu. Bir hayli rağbet görüp, ilgi, alâka ve takdire mazhar olunca, Gazeteyi "tam anlamıyla objektif, realist ve demokrat" bir yayına “Serbest Kürsü” ve “Özgür bir yayın platformuna” dönüştürmeye karar verdik. Dolayısıyla; Açık surette insanlık, vatan ve millet aleyhine olmadıkça; Yalan, iftira, fesat ve tefrika içermedikçe; Anayasa, ahlâk ve hukuk kuralları muvacehesinde "her haber, fikir ve yoruma" burada yer vereceğiz. Bu minval üzre; Aşağıdaki yorumunuzu ilgili yazının altına mutlaka ekleyeceğim. Aslında bunu siz de yapabilir ve dilediğiniz yazının altına yorumunuzu ekleyebilirsiniz. Kalbi şükran, selâm, sevgi ve sağlık dileklerimle… Mustafa Nevruz SINACI 
***
Date: Fri, 29 Aug 2014 01:56:36 +0100  From: uysalremzi@yahoo.de  Subject: Sayin Fuat UGUR´un 09 Mayis 2014 günlü "LOZAN IHANETI NE ZAMAN KONUSULACAK???" baslikli yazisi  To: gercek.demokrat@hotmail.com  CC: turgem@yahoo.de
***
Cok Degerli ve Kadim Dostum Mustafa Nevruz SINACI Bey,
Yukarida dün göndermis oldugunuz "ULUSAL AJANS - GÜNCEL HABER"  link´indeki yazilari her zamanki iletiniz gibi, büyük bir dikkat ve özenle okudum. Link´in icindeki pek cok yazi, haber ve makaleden cok esinlendim ve bilgi dagarcimi zenginlestirdim.
Sayin Fuat UGUR´un yazdigi 09 Mayis 2014 günlü "Lozan Ihaneti Ne Zaman Konusulacak (1)?" yazisinin tamamini da okudum. Hic bir vijdana sigmayacak ve hic bir namuslu beynin algilamak istemeyecegi bölümlerle dolu bir yazi.  
1. Dünya Harbi sonunda 1918 yilinda kaybedilmis ve savas galibi devletler tarafindan, büyük bölümü de Ingilizler tarafindan, isgal edilmis 12 milyon m2 (!?) Osmanli topragini, nasil olur da LOZAN´da kaybetmis olabiliriz?
Haddim olmayarak söyleyebilirim ki;  okuyan, yazan, düsünen ve de arastiran bir TÜRK insanyim. Sayin Ugur´un yazisindaki bazi  satirlari okuyunca, büyük zorluklarla kurtarilip, bizlere vatan kilinmis bu topraklarda nefes almamiz ve hayat bulmamiz saglanmisken, hangi vijdan ve beyin namusu "Lozan´da 12 milyon m2" toprak bagislanmistir diyebilir, diye düsündüm? Burunlarindan kin ve nefreti üfleyen insanlar icin, kirli haberlerin batakliga da dönüsebildigi sanal medya ve dünyasi, bulunmaz bir firsat ve de nemalanan nimet olduguna, sizin kadar ben de inaniyorum. 
Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK´ün: "Biz kahranlari kadar hainleri de bol olan bir milletiz!" sözünü, yaziyi okurken pek cok satirinda animsadim. Nur icinde yatsin, Mustafa Kemal  ATATÜRK o sözünü sadece Kurtulus Savasi yillarinda palaskasi, kasaturasi, postali, matarasi, mavzeri ve diger techizati ile ordudan, dolayisi ile dünyada bu tür ihanetin cok az millette görülebilecek sayida, savastan kacan askerler icin degil de, yaklasik bir asir önce bugünün bazi partizan, yürek ve beyinleri cürümüs yazar ve cizerleri icin söylemis, diye düsündüm.
Yazarimiz Sevket Süreyya AYDEMIR, bu ihanetleri kitaplarinda cok berrak bir sekilde yazip, anlatmaktadir. Benim rahmetli anneannem Birinci Dünya (Cihan) Harbi´ne "Alman Harbi", Kurtulus Savasimiza´da "ESKIYALIK Devri" derdi. Cünkü Kurtulus yillarinda savastan kacan, askeri donanimli tam techizatli kackin hainler Kurtulus Savasi süresince memleketlerine gidemedikleri icin, savasin bitimini bekliyor, daglarda eskiyalik yapiyor, bilhassa köyleri basip ninelerimizin kulaklarindan küpelerini yirtarak aliyor, sakli altinlari olduklarina zannetikleri yasli dedelerin göbeklerinden karinlarina kaynatilmis kizgin sivi yaglari huni ile akittiklari hikayeleri, yasamis olanlarin ve bizim kusagin "dede" dedigimiz cocuklarindan dinleyerek büyümüstük.
Bugün halen Anadolu´nun pek cok yerinde, kasabadan köyüne dönerken pusuya düsürülüp, sattigi ürünün parasi elinden alindigi  ve hatta öldürüldügü bazi soygun ve cinayet yerleri  "eskiya yatagi", "eskiya gecidi", "eskiya kisigi" gibi isimlerle anilir. Iste o, anneannemin "Eskiyalik Devri" dedigi Kurtulus Savasi yillarinda, Susurluk´tan kafile ile köyüne dönerken asker kacagi eskiyalar  "Hatabin Deresi" nde dedemin altindaki atini ve yelegindeki köstekli saatini alip, canini bagislamislar. Sayin Fuat Ugur´un üzerinde kalem oynattigi "o",  "12 milyon metrekare ?!" alan TÜRK yurdu olmusmuy du?
Sayin Ugur, yazarimiz Falih Rifki ATAY´in "ZEYTINDAGI" veya Alman yazar Peter HOPKIRK´in "ISTANBUL´un DOGUSUNDA BITMEYEN OYUN"  kitablarini okumus olsa idi, o yaziyi yazmakta büyük tereddüt gösterebilirdi, diye de düsündüm.
Üstelik o topraklarda yasayanlar, sözümona müslüman olup (!), isbirligi icinde olduklari Ingilizler ile birlikte, askerlerimizin karinlarini yarip, mide ve barsaklarinda "altin" aramislardi.  Gönderdiginiz ve de göndereceginiz haber ve iletiler icin size cok ve cok tesekkür ediyorum.
En icten selam, saygi, sevgi ve muhabbetlerimle, saglicakla kaliniz, kadim dostum.
Remzi UYSAL
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Mustafa Nevruz SINACI <gercek.demokrat@hotmail.com> schrieb am 15:02 Donnerstag, 28.August 2014:

6 Mayıs 2014 Salı

Türkiye artık “özgür olmayan ülke” Freedom House’un basın özgürlüğü endeksinde, Türkiye “özgür olmayan ülke” ketagorisine geriledi., 01 Mayıs 2014 & 04 Mayıs 2014

Türkiye artık “özgür olmayan ülke”
Freedom House’un basın özgürlüğü endeksinde, 
Türkiye “özgür olmayan ülke” ketagorisine geriledi. 
01 Mayıs 2014
ABD merkezli bir sivil toplum kuruluşu olan ve her yıl basın özgürlüğünün bütün dünyadaki durumuna ilişkin kapsamlı raporlar ve bir endeks yayınlayan Freedom House, Türkiye’nin puanını kırdı.
Değerlendirmesinde, dünyadaki trende ilişkin olarak, basın özgürlüğünün on yılı aşkın bir süredir ilk kez bu kadar gerilediği sonucuna varan Freedom House, bu gerilemenin sorumlusu olarak Mısır, Libya, Ürdün, Türkiye ve Ukrayna’da basının özgürlüğünü kısıtlama yolunda atılan adımları gösterdi.
ABD ve Birleşik Krallık’ta, Edward Snowden’ın sızdırdığı Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) belgelerini yayımlayan gazetecilere yönelik girişimler de Freedom House’un eleştirisine hedef oldu.
Ancak Freedom House, en ciddi gerilemenin yaşandığı ülkelerin başında Türkiye’yi saydı.
Kuruluş, “Türkiye’de çok dikkat çekici bir kötüleşme söz konusu ve Türkiye ‘özgür olmayan ülke’ kategorisine düştü” duyurusunu yaptı.
Yunanistan, Karadağ ve Birleşik Krallık da “en fazla gerileyen ülkeler” olarak eleştirildi.
Freedom House’un yeni raporunda Türkiye’nin statüsü, geçmiş yıllardaki “yarı özgür” seviyesinden gerileyerek “özgür olmayan” seviyesine indirildi. Kuruluş, ekonomik ortam açısından Türkiye’ye 13, siyasi ortam açısından 26, hukuki ortam açısından 23, basın özgürlüğü açısından ise 62 puan verdi.
Bu puanlandırmada rakamlar, “0 – En Özgür”, “100 – En Az Özgür” olan bir durumu simgeleyecek şekilde baz alınıyor. Freedom House’un değerlendirmesinin tam metnine ve ülkeler sıralamasına buradan ulaşabilirsiniz:
http://www.freedomhouse.org/report-types/freedom-press#.U2I_mc1z9hM
Görünen Türkiye kılavuz istemez!...
04 Mayıs 2014
Türkiye’nin “özgür basını” olarak Batılılarla konuşun ki, “Yahudi asıllı” birinin başkanlığındaki bir kuruluşun raporuna filan inanmasınlar maazallah.
P24
Kızarmış patatesin uluslararası bir adı varsa o da, Fransızcadaki ismidir: pommes frites.  Amerikalılar ise dillerinin pek de dönmediği bu kelimeler yerine, kısaca “Fransız kızartması” derler hızlı beslenme deliliğinin en az hamburger kadar sabit bu bileşenine, yani French fries.
Bu ismin, George W. Bush zamanının Cumhuriyetçi fanatiklerince yarı ciddi bir kara listeye alındığını, o dönemi izleyenler hatırlar. ABD Kongresi’nin üç kafeteryasının mönüleri yeniden basılmış, French fries  yeni ismiyle “özgürlük kızartması” (freedom fries) olarak bu mönülerde yerini almıştı.
Niye?
Bush yanlıları, o günlerde, Irak Savaşı’nı desteklemeyeceğini ilan eden Fransa’ya müthiş bir husumet besliyorlar ve “Fransız” adını ağızlarına almak istemiyorlardı. Patates kızartması ısmarlarken sarfettikleri “özgürlük” kelimesiyle, Fransızlara “Siz özgürlük düşmanısınız” mesajını da gönderiyorlardı güya.
Siyasetin ve siyasi propagandanın “komediye” dönüştüğü anları, genellikle politikalarının sorgulanmasından rahatsız olan bir iktidarın tıpkı Bush’un yaptığı gibi dünyaya dönüp “ya bendensin ya düşmanımsın” diye babalanmak istediği zamanlarda yaşıyoruz daha ziyade.
Hukuk devletinin ayakta kalması adına değerli uyarılar içeren konuşmasından sonra Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Başbakan tarafından “Onu da dinlediler elbet…” minvalinde bir kampanyanın hedefi seçildi ve hükümetin sözünden çıkmayan gazeteler Kılıç’ı anında “düşman” kategorisine indirdiler.
Benzer eleştirileri dile getiren Almanya Cumhurbaşkanı’nın A Haber tarafından “Almanya İmamı” ilan edilmesi ise, komedi dozu bakımından “özgürlük kızartması” ile yarışabilecek bir adımdı. Oysa A Haberşaka yapmıyordu.
Türkiye’de siyasetin komedi dozu önümüzdeki aylarda giderek artacak, emin olun...
Hükümetin, AK Parti Meclis Grubu’nun, hele hele parti teşkilatının tamamı için bunu söylemek belki yanlış ama Başbakan, yakın danışmanları ve son dönemde onu gözü kapalı destekleyen bir kısım medyanın eleştiriye tahammülsüzlüğü, büyük ciddiyetle söylenmiş bazı laflara, atılmış bazı manşetlere kahkahalarla güleceğimiz günlere taşıyor bizi.
Mesela, Freedom House’un Türkiye’yi, uzun zamandır ilk kez basını “özgür olmayan ülke” olarak gösteren son raporunu ele alın. Türkiye’de basının hâlâ özgür olduğuna inananlardansanız, bu sonuca varılmasını eleştirebilirsiniz; ya da puan vererek endeks oluşturan kuruluşun metodolojisini hatalı, bazı bulgularını eksik veya fazla diye değerlendirebilirsiniz.
Ama Star gazetesi gibi, “Sahibinin raporu” diye manşet atıp, altına da “ABD’nin çıkarlarına ters gelen ülkelere yönelik son derece acımasız raporlar hazırlayan Freedom House’un ana finansörleri Soros ve İsrail Lobisi çıktı” diye yazarak, kuruluşun başkanını “Yahudi asıllı” diye tanıtarak, özünde kişilik katliamı, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı olan bir karalama kampanyasına girmeniz, iki sonuç verir ancak.
Biri, sesli bir komedi: “Özgürlük kızartması”na eş bir kahkaha vesilesi yaratmışsınızdır.
İkincisi, sessiz bir itiraf: Görev “karalamacılık” olunca, nefret söylemi mubahtır sizin için; tıynetinizi ifşa eder manşetiniz. “Soros dersin, İsrail dersin, Yahudi asıllı dersin, karalarsın, bizim okur nasıl olsa cahil anlamaz, raporun ‘kötü’ bir şey olduğu zihnine nakşolur, biter gider” diye özetlenebilecek bir insana ve özelde de okura saygısızlık itirafı eşlik eder o manşete.
Aynı Freedom House raporunda, ABD’ye verilen basın özgürlüğü notunun son on yıldaki en büyük düşüşü kaydetmesi ve bunun gerekçesi olarak da, Edward Snowden’ın sızdırdığı, Ulusal Güvenlik Ajansı’na (NSA) ait gizli bilgilerin ABD’de yayınlanmasını önleme çabasının gösterilmesi sizi ilgilendirmez;Star gibi bir gazeteyseniz, bunu okurunuzdan saklamayı kendinize reva görürsünüz.
Freedom House’un, Londra’nın da hiç işine gelmeyen bu sızıntıların yayınlanmasını zorlaştırdığı için Britanya’nın notunu kırmış olmasını, Mısır’daki diktatörlüğün de aynı raporda büyük bir tokat yemiş olmasını okurunuzla paylaşmazsınız.
Okurunuzun, sandığınız kadar aptal ve cahil olmadığını hiç düşünmüyor musunuz?
Peki ya, dünyanın sandığınız kadar aptal ve cahil olmadığını hiç düşünmüyor musunuz?
Sizce, dünyadaki medya gözlemcileri, mesela Sabah gazetesinden son dönemde Yavuz Baydar, Nazlı Ilıcak, Ömer Taşpınar, Süleyman Yaşar, Meliha Okur, Yasemin Taşkın (ve daha nicesi) gibi yazarların bir bir atılmış olduğunu fark etmedi mi? Fark etmemesi, mevzu basın özgürlüğü olunca bu kovulmaların hikâyesini görmezden gelmesi mümkün mü?
Vaktiyle, Amerikan vatandaşlarının, “özgürlük kızartması” yerken, Fransa’nın özgürlük düşmanı olduğuna inanacağını uman aşırı miyop Cumhuriyetçi siyasetçiler kadar komiksiniz hakikaten.
Geçenlerde, Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Etyen Mahçupyan, Mustafa Karaalioğlu (hepsi “âkil insan”) gibi meslektaşlarımızdan oluşan bir grup Washington’da SETA Vakfı’nın düzenlediği bir konferansta konuşma yapmış. Orada ne söylediklerini, burada kaleme aldıkları köşe yazılarından tahmin edebiliriz. Bilinen fikirlerini ifade etmişlerdir; ifadeye saygımız sonsuz.
Hükümet yanlısı SETA Vakfı, AK Parti hükümetinde eleştirecek fazla bir şey bulamadığı yazılarından anlaşılan bu grubu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın da konuşma yaptığı bir konferansa çağırmış. Maksat açık: Amerikalılara “Türkiye’nin gerçeklerini” anlatmak.
İyi fikir. Anlaşılan hükümet, bir eliyle, “Almanya İmamı” diye, “Yahudi asıllı patronun İsrail lobisinden para alan örgüt” gibi zırvalarla, Türkiye’deki gidişatı eleştiren Batılıları karalarken, diğer eliyle “Bakın biz size işin gerçeğini anlatalım, Türkiye uzaktan göründüğü gibi değil” kabilinden bir Batı’yı ikna çabası içine de girmiş.
İlkini nasıl ayıplayıp gülüyorsak, ikincisini destekliyoruz. Anlatın bakalım, kolay gelsin. Türkiye’nin “özgür basını” olarak Batılılarla konuşun ki, “Yahudi asıllı” birinin başkanlığındaki bir kuruluşun raporuna filan inanmasınlar maazallah.
Yalnız, Washington’dan yazılan haberlere bakılırsa, SETA Vakfı’nın konferansını dinlemeye Amerikan yönetiminden ve Kongresi’nden kimse gelmemiş. Belki “görünen Türkiye kılavuz istemez” diye düşünmüşlerdir. Sandığınız kadar aptal değillerdir belki de kim bilir.
İKTİBAS & KAYNAKhttp://www.platform24.org/editoryal/287/gorunen-turkiye-kilavuz-istemez