G-20
ZİRVESİ VE KÜRESELLEŞMENİN İFLASI
(Haber: Hayri Kozanoğlu, 06.09.2016 - TURKİSHFORUM, ABD
Ulusal Haber & Ulusal Ajans, Ankara)
Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm, sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor.
Ulusal Haber & Ulusal Ajans, Ankara)
Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm, sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor.
G-20
liderler zirvesi 4-5 Eylül tarihlerinde Çin’in Hangzu kentinde
gerçekleştirildi. 2008’de küresel finansal krizin patlak vermesiyle, “G-7
elitler topluluğunun” kapsama alanının yetersizliği ortaya çıktı ve dünya
ekonomisinin yüzde 85’ine hükmeden 20 ülke ilk kez Washington’da bir araya geldi.
O günden beri G-20 küresel sorunların tartışıldığı başlıca ekonomik forum
niteliği kazandı.
Hangzu
zirvesi, Çin’in dünya sahnesinde iddialı bir aktör haline gelişinin
tescillendiği dönüm noktası olarak da düşünülebilir. Bu nedenle Pekin, hiçbir
fedakârlıktan kaçınmadan 1 milyar dolara bir toplantı merkezi inşa etti, kentin
ünlü Batı-Gölünü tamamen ışıklandırdı. Hangzu’nun, Çin’in ilk küresel markası
Ali Baba’ya ev sahipliği yapması da ayrı bir imaj parlatma fırsatı yarattı.
Başkan Xi
Jinping toplantı öncesi, tartışmaların küresel büyümenin hızlandırılması,
yenilikçiliğin teşviki ve dünya ticaretindeki engellerin kaldırılmasına
odaklanmasını arzuladığını söyledi. Bu ifade dolaylı olarak da, insan hakları
ihlallerini, Güney Çin Denizi’ndeki kıta sahanlığı çekişmelerini ve çelikteki
aşırı üretim iddialarını gündeme getirmeyin iması taşıyordu.
Zirve
öncesinde IMF tartışmalara zemin niteliğinde bir rapor yayınladı. Metinde,
düşük büyüme, yavaşlayan dünya ticareti, çok çok cılız yatırım eğilimlerine
dikkat çekildi. Gelişmiş ülkelerin umudu ABD 2016’nın ikinci çeyreğinde sadece
yüzde 1.1 büyürken, Çin yavaşlasa da yüzde 6.7’lik bir tempo yakalamayı
başarmıştı. IMF dahi, o sınırlı büyümenin meyvelerinin yalnızca en zenginlere
nasip olduğunu, düşük gelirlilerin sebeplenemediğini söylemekten çekinmedi.
Deflasyon demekten uzak durup, çok düşük enflasyonun reel faizleri yukarı
çektiğini ve yatırım eğilimini baltaladığını ifade etti. G-20 liderlerinin
büyüme ve yatırımı canlandırmak için koordineli davranmalarının gereğini
vurguladı.
Tahmin
edilebileceği gibi Hangzu zirvesinden dünya ekonomisini canlandıracak bir ortak
irade çıkmadı. ABD-AB-Japonya üçlüsü, dünya piyasalarını ucuz çeliğe boğduğunu
öne sürdükleri Çin’e yüklenmeyi tercih ettiler. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ardı
ardına beşinci yılda da dünya ticaretinin yüzde 3 eşiğinin altında, 2016’da
ancak yüzde 2.8 artmasının beklendiğini açıkladı. DTÖ’ye göre tüm dünyada
korumacılık eğilimleri artıyor, 29 Bunalımı’nı çağrıştıracak bir içe kapanmacı
eğilim gözleniyor. Kollektif emperyalizmin temsilcisi Washington-Brüksel-Tokyo
üçlüsü ise, sorunu saptamak yerine Pekin’i günah keçisi ilan etmeyi yeğliyor.
Bilindiği
gibi Trans Pasifik Ortaklığı (TPP), Asya-Pasifik bölgesindeki 12 ülke arasında,
sadece ve sadece Çin’i izole etmek amacıyla devşirilmiş bir anlaşma. Çin ise,
yükselen güç olarak kendi ihtiyaçlarına uygun tasarımlardan geri durmuyor. Yeni
İpek Yolu- Bir Kuşak Bir Yol- projesiyle Avrasya’yı boydan boya kuşatan bir
ekonomik entegrasyon projesine imza atıyor. Asya Altyapı Yatırım Bankası’yla da
altyapı finansmanı sağlıyor. Özellikle projenin İran ve Rusya ayakları yeni bir
jeopolitik konumlanmanın ekonomik altyapısı izlenimi uyandırıyor.
Büyük
resme bakıldığında 2008’de patlak veren küresel finansal ve ekonomik krizin çok
yönlü etkileri sürüyor. Kapitalizm ekonomik, politik, ideolojik ve ekolojik
çıkmazdan bir türlü kurtulamıyor. Hem gelişmiş Kuzey ülkelerinde, hem de
kalkınma çabalarındaki Küresel Güney’de geniş emekçi kitlelerin yaşam
standartları durmadan geriliyor. Artık, IMF’nin bile kabul ettiği gibi, gelir
ve servet dağılımı adaletsizlikleri giderek artıyor.
Özellikle 1980’lerden beri egemen olan; özelleştirme, liberalleşme, kuralsızlaşma yoluyla sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıran, “eğitim, sağlık, sosyal güvenlik”dahil kamu hizmetlerini piyasanın güdümüne sokan neoliberal kapitalizm tıkanmış durumda. Küreselleşme rüzgarıyla bu ilişkileri tüm dünyaya yayan, başta Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor. 29 Büyük Bunalımı sonrasındaki gibi, çoğunlukla kamu işletmeleriyle kitlesel mal ve hizmet üretimine dayanan, Refah Devleti uygulamalarıyla emekçilerin “etkin talebini” destekleyen yeni bir birikim rejimi de tasarlanamadı. Panama Belgeleri’nde ortaya saçıldığı gibi, zenginler vergi ödeme yükümlülüğünden bile kaçınıyor. Krizin başlarında G-20 zirvesinde söz verilen vergi cennetlerinin denetim altına alınması, üst düzey yönetici ikramiyelerinin kısıtlanması, finansal kazançların vergilendirilmesi, temel gıda ve ihtiyaç maddelerinin finansal spekülasyon konusu olmaktan çıkarılması gibi, “palyatif önlemler” dahi hayata geçirilemedi.
Özellikle 1980’lerden beri egemen olan; özelleştirme, liberalleşme, kuralsızlaşma yoluyla sermayenin önündeki tüm engelleri kaldıran, “eğitim, sağlık, sosyal güvenlik”dahil kamu hizmetlerini piyasanın güdümüne sokan neoliberal kapitalizm tıkanmış durumda. Küreselleşme rüzgarıyla bu ilişkileri tüm dünyaya yayan, başta Çin anti-kapitalist/prekapitalist coğrafyaları da fetheden kapitalizm sistemin kendi mantığı içerisinde bir çıkış yolu bulamıyor. 29 Büyük Bunalımı sonrasındaki gibi, çoğunlukla kamu işletmeleriyle kitlesel mal ve hizmet üretimine dayanan, Refah Devleti uygulamalarıyla emekçilerin “etkin talebini” destekleyen yeni bir birikim rejimi de tasarlanamadı. Panama Belgeleri’nde ortaya saçıldığı gibi, zenginler vergi ödeme yükümlülüğünden bile kaçınıyor. Krizin başlarında G-20 zirvesinde söz verilen vergi cennetlerinin denetim altına alınması, üst düzey yönetici ikramiyelerinin kısıtlanması, finansal kazançların vergilendirilmesi, temel gıda ve ihtiyaç maddelerinin finansal spekülasyon konusu olmaktan çıkarılması gibi, “palyatif önlemler” dahi hayata geçirilemedi.
Muhalif
seslerin, emek kesimi temsilcilerinin kapitalist küreselleşmesinin sonunun
geldiğini söylemelerinin haber değeri olmayabilir. Ne var ki, Davos Dünya
Ekonomik Forumu’nun sitesinde yayınlanan bir makale de, “küreselleşmenin
raf ömrünün dolduğu”nu kabul ediyor, “fikri değil ama kelimeyi çöpe
atalım” önerisinde bulunuyor.(Pedro Nicolaci da Costa, “Dump
Globalization: the word, not the idea”). Neoliberal itikadın sınırları dışına
çıkmadan küreselleşmenin kaçınılmazlığını savunmaya devam etse de, zengin
ülkelerde düşük ve orta gelirli çalışanların yaşam standartlarının gerilediğini
kabulleniyor.
Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in, “eğer küreselleşme toplumun çoğunluğunun yararına işleyecekse, güçlü sosyal-korunma önlemleri uygulanmalı” önerisine sığınıyor. Kapitalist küreselleşmenin kendi mantığı içerisinde sosyal boyutun nasıl sağlanacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da, küreselleşmenin en yavuz savunucusu bir kurumun temsilcisinin süngüsünün düşmesi, neoliberal-piyasacı rüzgarların dindiğinin açık bir kanıtı.
Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in, “eğer küreselleşme toplumun çoğunluğunun yararına işleyecekse, güçlü sosyal-korunma önlemleri uygulanmalı” önerisine sığınıyor. Kapitalist küreselleşmenin kendi mantığı içerisinde sosyal boyutun nasıl sağlanacağı ayrı bir tartışma konusu olsa da, küreselleşmenin en yavuz savunucusu bir kurumun temsilcisinin süngüsünün düşmesi, neoliberal-piyasacı rüzgarların dindiğinin açık bir kanıtı.
Martin
Jacques da, The Guardian’daki “Neoliberalizmin ölümü ve batı politikasında
kriz” makalesinde, sade yurttaşın neoliberalizme tepkisinin iyice
kabardığına dikkat çekiyor. Jacques’a göre, 1980’den beri yaşam standartları ve
sosyal hakları gerileyen insanlar sağ ve sol populizme sarılıyor. ABD’de Bernie
Sanders’e (Sol) ve Donald Trump’a (Sağ) yönelen, özellikle beyaz işçiler
aslında statükoya baş kaldırıyor. Trump’ın Müslümanlara ve Meksikalılara
yönelik ırkçı ve yabancı düşmanı söyleminin ardında, hem ABD’nin saldırgan dış
politikasına tepki, hem de emek piyasasındaki rekabetin işçi sınıfına ödettiği
bedeller yatıyor. Trump başkanlık seçimini kaybetse de, Sanders’in Demokrat
parti adaylığı bin bir hileyle engellense de, küreselleşmenin getirdiği
eşitsizliklere muhalefet dinmeyecek. (The death of neoliberalism and the
crisis in Western politics. The Guardian 21 Ağustos 2016).
İşgücü
maliyetleri düşük, döviz rezervleri güçlü olan Çin ise küreselleşmenin baş
savunucusu pozisyonunda. Hangzu zirvesinde Jinping korumacılık eğilimlerine ve
bilançolarındaki aşırı borçlanma risklerine işaret etti. Yükselen bir güç olan
Çin’in önüne, “Tukidides tuzağı” tehdidi konuluyor. Harvard
Üniversitesi’nden Graham Allison 2012’de, Atina’nın yükselişine Sparta’nın
savaşla karşılık vermesine referansla, ABD ile Çin arasında bir savaşın
kaçınılmazlığına dikkat çekti. Güney Çin Denizi anlaşmazlıkları üzerinden tüm
bölge ülkelerini Çin’e karşı seferber etmeye çalışan ABD’nin saldırgan
hamleleri böyle bir endişeyi besliyor. Çin ise, Ege Denizi üzerinden küçük bir
coğrafi alana sıkışan metaforun geçerli olmadığını savunuyor. Ekonomik
küreselleşmenin, uluslararası kurumsal yapıların, devletler arasında karşılıklı
bağımlılığın ve nükleer caydırıcılığın böyle vahim bir sonucu engellemesi
gerektiğini öne sürüyor.
Giovanni
Arrighi de, 1970’lerin ABD için sinyal krizi olduğunu, nihai krizin ise
finansallaşma sonucu geldiğini savunur. ABD ekonomik gerilemesine karşın,
kahreden askeri gücüyle hegemonyasını kolay teslim etmeyecektir. Üç emperyal
strateji söz konusudur. Birincisi ve en ılımlısı, Henry Kissinger’ın Çin’le bir
uzlaşma zemini sağlamayı ve aynı zamanda onu siyasi-iktisadi mekanizmalarla
çevrelemeye devam etmeyi öngörendi. Diğerleri ise, Çin’e karşı bir yeni soğuk
savaş açmak veya Çin’i komşularıyla birbirine düşürüp, onlar savaşırken
kenardan “mutlu üçüncü”rolünde kıs kıs gülerek izletmekti.
G-20
zirvesi, Arrighi’nin endişelerini dağıtacak bir uzlaşma iklimi doğurmadı. Zaten
dünyanın ezilenlerinin ana öznesi olmadığı bir “çıkış yolu” fazla
gerçekçi görünmüyor. Gelgelelim neoliberalizmin, kapitalist küreselleşmenin
yaldızlarının döküldüğü bir dünyada solun ideolojik açılımlarına daha uygun bir
ortam bulduğu da inkâr edilemez…
Yine, “Dağ
Fare Doğurdu” ve Çin’de yapılan G-20 Zirvesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve
ABD Başkanı Obama arasında yapılan görüşmelerden dişe dokunur hiçbir şey
çıkmadı.
Zaten,
görüşmeler 45 dakika sürdü. Bu süreden, görüşmelerin başlangıcı ve bitişi
sırasında söylenen nezaket cümlelerini ve tercümeleri de çıkarırsanız, 20
dakika görüşmüşler. Hatta fotoğraflara baktım; Cumhurbaşkanı Erdoğan
konuşurken, bir ara Obama kulaklığını takmamıştı. Obama Türkçe bilmediğine
göre, burada “Boş konuşuyorsun, ben seni dinlemiyorum” anlamında
mesaj vermek istiyordu. Bu, asla kabul edilemez!
Görüşmelerden
anlaşılan o ki; Türkiye ve ABD arasında radikal görüş ayrılıkları var.
Suriye, Fırat Kalkanı, terörle mücadele ve 15 Temmuz Darbe Girişiminin
arkasında olduğu suçüstü yapılan Gülen’in iadesi konusunda keskin ayrılıklar
artarak devam ediyor. Daha öncede yazdım, burada altını çiziyorum; ABD
Gülen’i iade etmeyecek. AKP Hükümeti’nin; 14 yıl içinde yaptıkları,
yapmadıkları hatta bu yapıya verdiği destek nedeniyle, böyle bir gücü yok. Bu
talebi devamlı dillendirmelerinin nedeni; iç kamuoyunun gazını almaktır.
ABD,
PKK’nın uzantısı olan PYD/YPG ile müttefikliğe devam ediyor ve görüşmeler, bu
müttefikliğe devam edileceğinin kanıtı. Çünkü ABD; Türkiye, Suriye, Irak ve
İran’dan parça kopararak ve Hatay’dan Akdeniz’e çıkararak yaratılacak kukla bir
Kürt Devleti peşindedir! İlk hamle; bu dört ülkede
federalizmdir. Size, yani ülkenize ve bölgenize yönelik bir tecavüzü,
tecavüzcü ile işbirliği yaparak engelleyemezsiniz. Artık
yapmamız gereken; ülkemizde birliği, beraberliği ve iç barışı bir an önce
kurmaktır. Bunun arkası, sadece söylemlerle doldurulamaz. Türkiye, bir an önce
bölge ülkeleri olan Suriye, Irak, İran ve Rusya ile karşılıklı güvene ve çıkara
dayanan ilişkilerini geliştirmek zorundadır. Aksi, ülkemiz için hüsran
olacaktır. Türker
Ertürk, E. Amiral,
Araştırmacı - Yazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder