Aziz
Türkiye'mizin iktisadi tealisi esbabını aramak ve bulmak gibi vatani, hayati ve
milli bir gaye-i mukaddese için bugün burada toplanmış olan sizlerin, muhterem
halk mümessillerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarım.
Efendiler; Uzun gafletlerle
ve derin lakaydi ile geçen asırların bünye-i iktisadiyemizde açtığı yaraları
tedavi etmek ve çarelerini aramak; memleketi mamuriyete, milleti Refahiye ve
saadete isal yollarını bulmak için vuku bulacak mesainizin muvaffakiyetle
neticelenmesini temenni eylerim.
Arkadaşlar; Sizler, doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntahab olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğimiz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telakki olunur ve bunun için en büyük isabetlere malik olur. Çünkü halkın sesi, hakkın sesidir.
Arkadaşlar; Sizler, doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntahab olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğimiz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telakki olunur ve bunun için en büyük isabetlere malik olur. Çünkü halkın sesi, hakkın sesidir.
Efendiler; Tarih,
milletimizin itila ve inhitatı esbabını ararken birçok siyasi, askeri, içtimai
sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok bütün bu sebepler hadisat-ı
ictimaiyede müessirdirler. Bir milletin doğrudan doğruya hayatiyle alakadar
olan, o milletin iktisadiyatıdır. Tarihinin ve tecrübenin tespit ettiği bu
hakikat bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde tamamen mütecellidir. Hakikaten
Türk tarihi tetkik olunursa itila, inhitat esbabının iktisadi mesailden başka
bir şey olmadığı derhal anlaşılır.

Tarihimizi dolduran zaferler, yahut izmihlallerin kaffesi ahval-i iktisadiyemizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiye'mizi layık olduğu mertebe-i resanete isâl edebilmek için, behemehal iktisadıyatımıza birinci derecede ve en çok ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz, zamanımızın tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir.
Bir milletin
esbab-ı hayatiyesini, refahiyet ve saadetini teşkil eden iktisadıyatla iştigal
etmemesi, edememesi nazar-ı dikkati calib bir keyfiyettir. İtirafa mecburuz ki,
iktisadiyatımıza lüzumu kadar ehemmiyet verememiş bulunuyoruz. Bir milletin
esbab-ı hayatiyesiyle iştigal etmemesi veya edememesi, o milletin yaşadığı
edvar ile ve o edvarı tespit eden tarih ile çok alakadardır. Bunun esbabını
geçirdiğimiz edvarda, bilhassa tarihimizde arayabilirsiniz. Şimdiye kadar
hakiki manasıyla milli bir devir yaşamadık, binaaleyh milli bir tarihe malik
olamadık.
Bu noktaya biraz
izah edebilmiş olmak için hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım: Osmanlı
tarihinde bütün gayretler, bütün mesai milletin arzusu, amali ve ihtiyacat-ı
hakikiyesi nokta-i nazarından değil, şunun, bunun amalini, ihtirasatını tatmin
nokta-i nazarından vuku bulmuştur.
Mesela, Fatih
İstanbul'u zaptettikten sonra yani Selçuki Saltanatıyla Şarki Roma
İmparatorluğu'na tevarüs eyledikten sonra Garbi Roma İmparatorluğu'na da konmak
istedi. Bunun içinde büyün milleti bu hedefe doğru şevketti.
Mesela; Yavuz
Sultan Selim, Fatih'in açtığı Garb cephesini tespit ile beraber Asya
İmparatorluğu'nu birleştirerek büyük bir İslam ittihadı meydana getirmek
istedi.
Kanuni Süleyman,
her iki cepheyi tevsi etmek, bütün Bahr-i sefidi bir Osmanlı havzası haline getirmek
Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve
tabii bunun içinde unsur-ı asliyi, milleti kullandı.
Arkadaşlar; Bütün bu ef'al
ve hareket tetkik olunursa, görülür ki, bu kudretli ve azametli padişahlar,
siyaset-i hariciyelerini; emelleri, arzuları ve ihtiraslarına istinad
ettirmişler ve teşkilat ve siyaset-i dahiliyelerini, bu mevlud-i ihtirasat olan
siyaset-i hariciyelerine göre, tanzim mecburiyetinde kalmışlardır. Halbuki
teşkilat-ı dahiliyenin, siyaset-i dahiliyenin vüs'at ve tahammül derecesinde
bir siyaset-i hariciye takip eylemek mecburiyeti vardır. Aksi takdirde felaket
ve hüsran muhakkaktır.
Filhakika
Osmanlı Hakanları asıl olan bu noktayı unuttular. Bütün ef'al ve harekatlarını
hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. "Teşkilat-ı dahiliyeyi"
siyaset-i hariciyeye uydurmak mecburiyeti hasıl olunca, zaptettikleri
mahallerdeki anasırı, olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde kaldıktan başka
onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler.
Diğer taraftan
unsur-i asliyi, uzun seferlerde, fütuhat meydanlarında dolaştırttılar ve bu
suretle kendi kendini tahrib etmiş oluyordu.
Bu itibarla
Millet, yani unsur-i asli kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini
istihsal için çalışmaktan mahrum bir halde bulunuyordu. Bu tacidarlar, milleti
böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar; belki fütuhat dairesi
dahiline giren halkı memnun etmek, ecnebileri memnun etmek için, unsur-i
aslinin hukukundan menabi-i iktisadiyesinden bir çok şeyleri (atiyye) olarak
onlara bahşediyorlardı.
Mesela Fatih
zamanında Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabildendir. Nitekim bu
imtiyazlarla açılan yol bilahare kendisinden sonra tevesü etmiş bulunuyordu. Ve
bu imtiyazat, devletin en kuvvetli zamanında, vukubuluyordu ve bunlar, mahza
ihsan-ı şahane olmak üzere vukubuluyordu. Kanuni zamanında Venediklilerle bir
ticaret muahedesi yapılmak istenmişti. Padişah bunu şerefine mugayir buldu.
Zira ona göre muahede, müsavi devletler arasında yapılabilirdi. Halbuki o zaman
Venedikliler bir bende makamında idiler. Öyle olmakla beraber ona müsaadatta
bulunuldu. İşte bu müsaade kelimesi bilahare (kapitülasyon) kelimesi ile
tercüme edilmişti. Bu, arz-ı teslimiyete mecbur olanlar ve bir kal'a içinde
mahsur olanlar arasında kullanılan bir kelimedir.
Millet, eviyle
ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden memnu olarak diyar diyar dolaştırılıyorken
bu diyarlar halkı birçok imtiyazlara malik olarak çalışıyor, yani fatihler
unsur-i asliyi peşine takarak kılıçla fütuhat yaparken, zaptolunan memalik
ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle sapanlarına yapışıyorlar ve
toprak üzerinde çalışıyorlardı.
Fakat efendiler
alelacele fütuhat yapanlar, sapanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki
etmeğe mahkümdur. (Alkışlar) Bu bir hakikattir ki , tarihin her
devrinde aynen vakidir. Mesela Fransızlar Kanada'da kılıç sallarken oraya
İngiliz çiftçisi girmiştir. Bir müddet kılıçla sapan yekdiğeriyle mücadele
etti.Ve nihayet sapan galebe çalarak İngilizler Kanada'ya sahip oldu. (Alkışlar) Efendiler;
Kılıç kullanan kol yorulur, fakat sapan kullanan kol her gün daha çok
kuvvetlenir ve her gün toprağa daha çok sahip olur. (Alkışlar)
Efendiler; Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-i asli ile beraber sapanın önünde mağlup olup ric'ate başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiyye-i Şahane olarak ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dahilindeki gayr-ı Müslimlere verilen herşeyi hukuk-i müktesebe telakki olundu. Fakat ecnebiler bununla iktifa etmediler; her gün bunu tevsi için aradılar ve buldular. Anasır-ı dahiliye, muhafazaya muktedir oldukları imtiyazata istinaden ve haricin tertibat ve müzaharetine sığınarak siyasi bir mevcudiyet iktisabı için çalışmaktan geri durmadılar. Ecnebiler bir taraftan anasır-ı dahiliyeyi teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet ve millet aleyhine yeni imtiyazlar alıyorlardı. Bu tazyikat-ı mütemadiye altında zaten fakir düşmüş olan anayurdu ve unsur-i asli, devlete verebilecek parayı güç tedarik edebiliyorlardı. Fakat tacidarlar, saraylar, bab-ı aliler debdebeyi idame için paraya muhtaçtırlar. Bunun için, bunu temin çarelerine tevessül etmiştiler. O çarelerde harici istikrazlar akdi oluyordu. Fakat istikraz şeraitini o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet birgün devletler Osmanlı Devleti'nin iflasına karar verdiler ve düyun-ı umumiye belasını başımıza çöktürdüler.
Efendiler; Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-i asli ile beraber sapanın önünde mağlup olup ric'ate başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiyye-i Şahane olarak ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dahilindeki gayr-ı Müslimlere verilen herşeyi hukuk-i müktesebe telakki olundu. Fakat ecnebiler bununla iktifa etmediler; her gün bunu tevsi için aradılar ve buldular. Anasır-ı dahiliye, muhafazaya muktedir oldukları imtiyazata istinaden ve haricin tertibat ve müzaharetine sığınarak siyasi bir mevcudiyet iktisabı için çalışmaktan geri durmadılar. Ecnebiler bir taraftan anasır-ı dahiliyeyi teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet ve millet aleyhine yeni imtiyazlar alıyorlardı. Bu tazyikat-ı mütemadiye altında zaten fakir düşmüş olan anayurdu ve unsur-i asli, devlete verebilecek parayı güç tedarik edebiliyorlardı. Fakat tacidarlar, saraylar, bab-ı aliler debdebeyi idame için paraya muhtaçtırlar. Bunun için, bunu temin çarelerine tevessül etmiştiler. O çarelerde harici istikrazlar akdi oluyordu. Fakat istikraz şeraitini o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet birgün devletler Osmanlı Devleti'nin iflasına karar verdiler ve düyun-ı umumiye belasını başımıza çöktürdüler.
Milletin duçar
olduğu bu hazin hal ve bu sefaletin esbabını arayacak olursak, doğrudan doğruya
devlet mefhumunda buluruz. Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti saltanat-ı şahsiye
ve en son beş on sene zarfında da saltanat-ı meşruta esasına müsteniden idare-I
hükümet ediyordu. Saltanatı şahsiyede her hususta yalnız tacidarların arzu,
emel ve iradeleri hakimdir.
Milletin arzu,
emel, irade ve ihtiyaçları mevzubahis olmaktan uzaktır. Millet, amal ve
iradesinden tecerrüd etmiştir. Tacidarlar kendilerini Allah tarafından
gönderilmiş bir şahsiyet-i ilahiye farzederler. Etrafını alan menfaatperestan,
padişahın zihniyet ve arzusunu bir lazıme-i semaviye, bir lazıme-i Kur'aniye
gibi herkese telkin ederler. Bu telkinat karşısında birgün bütün halk, bu arzu
ve iradelerin - bila muhakeme iradat-ı semaviye olduğuna kani olur. Bundan
tecerrüde rıza gösteren bir milletin akibeti felaket, musibettir.
Arkadaşlar; Son tavsif
ettiğim noktada artık Osmanlı Devleti hakikatte ve fi'len mahrum-i istiklal bir
hale getirilmişti. Bir devlet ki, teb'asına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz;
bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire tanzimi hakkından
men'edilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde hakk-ı kazasını tatbikten
mahrumdur. O devlete müstakil denilemez.
Devletin ve
milletin hayatına yapılan müdahalat bundan daha fazladır. Milletin ihtiyacat-ı
iktisadiyesinden olan mesela şömendöfer inşası, mesela fabrika yapmak için
devlet serbest değildi! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa behemehal müdahale
olunurdu. Hayatını teminden aciz olan bir devlet müstakil olabilir mi?
Osmanlı ülkesi
ecnebilerin müstemlekesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk milleti
esir vaziyetine getirilmişti. Bu netice, arzettiğim gibi milletin kendi irade
ve hakimiyetine malik bulunamamasından, şunun bunun elinde istimal edilmesinden
neş'et etmişti.
O halde
diyebiliriz ki, milli bir devir yaşamıyorduk. Milli tarihe malik bulunmuyorduk.
Osmanlı tarihi padişahların, hakanların, zümrelerin dasitanı mahiyetinde idi.
Mazinin tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.
Arkadaşlar; Milletin
hakimiyetine sahib olamaması yüzünden dahil olduğumuz Harb-i umumiden ve bu
harb-i umumide kıymetli evlatlarınızdan mürekkeb kahraman ordularımızın
Galiçya, Romanya, Makedonya, Kafkas Şahikaları , Tur-i Sina çöllerinde duçar
olduğu zahmetleri hatırlatacak kadar çok zaman geçmedi ve en nihayet bu Harb-i
umuminin şeametli neticesi de malumdur. Bilhassa Mondros mütarekesiyle açılan
devrin manzarasını biran düşünmek isteyecek olursanız baştan aşağı kadar bir
manzara-i inhilalden başka birşey olmadığını anlarsınız. Devletler her türlü
hukuk-i insaniyeden tecerrüt ederek memleketimizin en kıymetli ve en feyzdar
yerlerini çiğnediler.
İzmir, Bursa,
Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Adana, Trakya, İstanbul vesaire gibi en aziz
yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu tarz-ı hareketten daha elim bir
nokta varsa, o da bu memleketin asırlarca başında bulunan insanların dahi
düşman saflarına geçmiş bulunmasıdır.(Kahrolsun sadaları)

Biliyorsunuz ki, bu dahili düşmanlar, harici düşmanların yapmaya muktedir olamayacağı şen'i ve feci ef'al ve harekatı irtikabda tereddüt göstermemişlerdir. Harici düşman kuvvetleri saydığım aziz vatan topraklarında bulunurken, padişahın iradeleri ve neşrettiği fetvalarıyla ve hilafet ordularıyla bu masum millet şurada, burada izlal ve iğfal olunuyordu. Ve kendi mevcudiyetine karşı, farkına varamayarak, silah istimal ediyordu ve nihayet hep bildiğimiz veçhile Osmanlı Devleti tamamen münkariz olmuştu.
Fakat
düşmanlarımız aynı zamanda Osmanlı Devletiyle beraber Türk Milletinin de
mahvolduğunu zannetti. İşte bunda çok aldanıyordu. Osmanlı Devleti gibi çok
devletler kurmuş olan Türk Milleti mahvolmazdı ve mahvolmamıştı. (Şiddetli
alkışlar) Bilakis hayatına vurulan bu darbelerden harici ve dahili
düşmanların acı darbelerinden birdenbire bütün tayakkuzlarını, bütün
intibahlarını takındı, hayatını, şerefini kurtarmak için kemal-i şerefle başını
kaldırdı. Ve müttehiden ve mütesaniden ortaya atıldı. (Şiddetli alkışlar) İşte
milletimiz o dakikadan itibaren milli bir devre girdi; bir halk devresinin
mebdeini kurdu. Millet bu mebdeden işe başladığı gün, kendisine hedef olan
yolların ne kadar kesif zulmetler içinde bulunduğunu hatırlarız. Bu hal
Millet'i ye'se düşürmedi. Kemal-i azm ile hedefine hatvelerini attı.
Efendiler; Milletimiz halas-ı kat'i ve hakikiye mazhar olabilmek için iki umdeye istinadın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi: Misak-ı Milli'nin ifade ettiği ruh ve mana.
Efendiler; Milletimiz halas-ı kat'i ve hakikiye mazhar olabilmek için iki umdeye istinadın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi: Misak-ı Milli'nin ifade ettiği ruh ve mana.
İkincisi:
Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun tesbit ettiği gayr-ı kabil tebeddül hakayık.
Misak-ı Milli,
milletin istiklal-i tammını temin eden ve bunun için iktisadiyatında inkişafına
mani olan bütün sebepleri bir daha avdet idrak etmemek üzere lağveden bir
düsturdur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Osmanlı İmparatorluğu'nun, devletinin
tarihe münkalib olduğunu idrak eden, onun yerine yeni Türkiye Devleti 'nin kaim
olduğunu ilan eden bir kanundur. Bu devletin hayatınında bila kayd ü şart
hakimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden kanundur.
Bu kanun,
hakimiyetin milletin uhdesinde kalabilmesi için halkın bizzat kendini idaresini
şart kılan bir kanundur.
Artık Türkiye
halkı için yegane mümessil teşrii ve icrai salahiyeti haiz olan Türkiye Büyük
Millet Meclisi ve hükümetidir. Diyen bir kanundur. Bab-ı ali yerine Türkiye
Büyük Millet Meclisi ve hükümetini koyan bir kanundur.
Efendiler; Türkiye Büyük
Millet Meclisi ve Hükümetinin milletten aldığı veçhile istiklal-i tam,
hakimiyet-i Milliye umdelerine istinaden milleti zengin, memleketi mamur
etmekten ibarettir. (Alkışlar)
Efendiler; Bu umde icabı
bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye halkı; hakimiyetini hiçbir şahıs ve
makama veremez. Hakimiyet demek şeref demek, namus demek, haysiyet demektir.
Bir milletten bu evsaf-ı medeniye ve insaniyesinin terkini taleb etmek onu
insanlıktan çıkarmak demektir. Efendiler; Milletimiz bu
iki esasa istinad eder. Çalışmaya başladığı günden bugüne kadar geçen zaman çok
değil, üç buçuk, dört seneden ibarettir, fakat milletimizin kazandığı
muvaffakiyat ve muzafferiyat bu senelere sığmayacak kadar çoktur, taşkındır,
yüksektir ve kuvvetlidir. (Sürekli alkışlar) Hakikaten
irade-i seniyyeler; Hilafet orduları ve teşvikat ile olan isyanların kaffesi
bastırılmıştır ve tüfeksiz, topsuz, parasız bulunduğu bir zamanda yeniden
dünyanın en kudretli en azametli ordusunu teşkile kudretyab olmuştur. (Alkışlar) Orada
daha hal-i teşekkülde iken birinci ikinci İnönü Sakarya zaferlerini ihraz etmiş (Alkışlar) ve
cihanı hayretlerde bırakan en son muzafferiyeti de kemal-i şiddet ve süratle
ihraz ederek düşman ordularını bire kadar mahvetmiştir. (Pek sürekli
alkışlar yaşa, var ol sadaları)
İstiklal-i tam
için şu düstur var: Hakimiyet-i Milliye, hakimiyet-i iktisadiye ile tarsin
edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes, azametli hedefler kağıt
üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırsla husul bulamaz. Bunların tahakkuk-i tammını
temin için yegane kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri
muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetvic edilemezse
semere, netice paydar olamaz. En kuvvetli ve parlak zaferimizide tetvic eden
semerat-ı nafiayı temin için hakimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsini
lazımdır.
Bu kadar
feyizli, bu kadar kudretli olan yeni hükümetimizin düşmansız kalacağını
farzetmek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak münhedem etmeğe
çalışacak ve suikasde teşebbüs edecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı
silahımız, iktisadiyatımızdaki kuvvet; resanet ve muvaffakiyetimiz olacaktır.
Efendiler; Dahil olduğumuz
halk devrinin, milli devrin milli tarihini de yazabilmek için kalemler,
sapanlar olacaktır. (Alkışlar) Bence halk devri iktisat devri
mefhumiyle ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki, memleketimiz mamur,
milletimiz müreffeh ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi hatırlayınız o
da: "El-kana'atu kenzün la-yüfna"
Bu felsefeyi
yanlış tefsir yüzünden bu millete büyük fenalık edilmiştir. Allah yarattığı
nimet ve güzellikleri insanların istifadesi için yaratmıştır. Allah zeka ve
aklı bunun için verdi. Eğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba
ve şehirlerden ibaret olsaydı onun zindandan farkı olamazdı. Felsefenin
sahibleri memleketi zindan ve cehennemden başka bir şey yapmamıştı. Bu vatan
evlad ve ahfadımız için cennet yapılmaya layıktır. Bu faaliyet-i iktisadiye ile
kaabildir. Öyle bir iktisat devri ki, artık milletimiz insanca yaşamasını
bilsin ve o esbabı bilerek ona göre lazım olan tedabire tevessül etsin.
Arzumuz şudur:
Bu memleketin efradı ellerinde nümuneleriyle, ziraat, ticaret, sanat, say ve
sapanın mümessili olsun. Artık bu memleket fakir, millet hakir değil, belki
memleketimiz zenginler memleketidir. Bu yeni Türkiye'nin adına, çalışkanlar
diyarı denir. (Alkışlar) İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor, bu böyle
bir devri ala edecek ve tarihini yazacaktır. Bu tarihte en büyük makam
çalışkanlara ait olacaktır. (Alkışlar) Efendiler;
Türkiye İktisat
Kongresi tarihte ilk defa ihraz-ı mevki-i bülend edecek bir kongredir. Ve
sizler bu memleketin ihtiyacını, milletin ihtiyacını ve milletin kabiliyetini
ve bunun karşısında dünyada mevcut olan çok kuvvetli iktisat teşkilatını
nazar-ı dikkate alarak, alınması lazımgelen tedbirleri kemal-i vuzuh ile teati
ve tesbit etmelisiniz. O tedbirler tatbik olundukça memleketimizin nurlara,
feyizlere müstagrak olsun.
Arkadaşlar; Türkiye Büyük
Millet Meclisi ve Hükümetiniz tabii milletin amali dairesinde terakki ve
teceddüde tamamen taraftardır. Bunun için mülk ve millete naf'i ittihaz
edeceğiniz tedabiri memnuniyetle nazar-ı dikkate alacaktır.
Efendiler; İktisadiyat
sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki, ecnebi sermayesine hasımız;
hayır bizim memleketimiz vasi'dir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var.
Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazımgelen teminatı vermeğe
her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim say'imize inzimam etsin ve bizim ile
onlar için faideli neticeler versin. Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi
sermayesi müstesna bir mevkiye malikti, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin
jandarmalığından başka birşey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna
muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız. (Alkışlar)
Arkadaşlar; son söz olarak demiştim ki; Memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız. Nazar-ı dikkatinizi celbetmiş olan konferansın son müzekeratı bu nokta ile alakadardır. Lozan konferansının talike uğraması aynı mesele ve noktadan münbaistir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler ve meşy-i muzafferranesini tevkif edecek hiç bir mania mevcut değildi. Böyle bir zamanda İtilaf Devletleri Hukuk-i tabiiye ve meşruamızı müzakerat ile tasdik edeceklerini, müzakeratla halledeceklerini söylediler ve bizi konferansa davet ettiler.
Arkadaşlar; son söz olarak demiştim ki; Memleketimizi artık esir ülkesi yaptırmayız. Nazar-ı dikkatinizi celbetmiş olan konferansın son müzekeratı bu nokta ile alakadardır. Lozan konferansının talike uğraması aynı mesele ve noktadan münbaistir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler ve meşy-i muzafferranesini tevkif edecek hiç bir mania mevcut değildi. Böyle bir zamanda İtilaf Devletleri Hukuk-i tabiiye ve meşruamızı müzakerat ile tasdik edeceklerini, müzakeratla halledeceklerini söylediler ve bizi konferansa davet ettiler.
Millet, Meclis
ve hükümetimiz samimi olarak sulh taraftarı bulunduğu için muzaffer
ordularımızı durdurarak, heyet-i murahhasamızı Lozan'a gönderdik aylardan beri
müzakerat, münakaşat devam etti. Muhatablarımız hukukumuzu tasdik etmiş olmadı.
Konferanstaki
muhatablarımız bizimle üç dört senelik değil, üçyüz, dörtyüz senelik hesabatı
rü'yet ediyorlar ve hala muhatablarımız Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını
ve bugün yeni Türkiye'nin mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azimkar,
imanlı ve celadetli olduğunu, istiklal-i tamm ve hakimiyet-i milliyesinden
zerre kadar fedakarlık yapamayacağını hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf
Devletleri düçar-ı tereddüt oldu. İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu
millet artık kararını vermiştir. Bu millet için tereddüt devirleri çoktan
geçmiştir. (Pek sürekli ve pek şedid alkışlar)
Devletlerin
hey'et-i murahhasımıza verdikleri son proje bittabi şayan-ı kabul görülmedi. Ve
diğer murahhaslar gibi bizimkiler de vaziyeti hükümet ve icab ederlerse,
meclise izah etmek üzere memlekete avdet ediyorlar. Tabii istizahat olacaktır.
Nihayet bütün
cihan bilsin ki, bu millet istiklal-i tammının temin edildiğini görmedikçe
yürümeğe başladığı yoldan bir an tevakkuf etmeyecektir. (Alkışlar) Biz kimseden
fazla birşey istemiyoruz, her medeni milletin malik olduğu şeylerden mahrum
edilmemeliyiz. Haklarımız tabii meşrudur, bize lazımdır. Ne kadar haklı isek
bunu müdafaa için de memleket ve milletimizin kabiliyet ve kudreti de o
kadardır.(Alkışlar)
Efendiler; Görülüyor ki, bu
kadar kat'i ve yüksek bir zafer-i askeriden sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan
men'eden esbab doğrudan doğruya esbab-ı iktisadiyedir, mülahazat-ı
iktisadiyedir. Çünkü bu devlet, bu millet hakimiyet-i iktisadiyesini temin
ederse, o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve teali etmeğe başlamış
olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olamayacaktır. İşte
düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımızın muvafakat, bir türlü rıza
göstermedikleri budur.
Bu fi'len vaki
olmuştur. Sulh denilen şeyin temini için ecnebilerin bu hakikati itiraf
etmemekteki tereddütlerine mantıki mana vermek mümkün değildir. Çok şayan-ı
arzudur ki, pek yakın bir zamanda onlar da bu hakikati itiraf ederler ve bütün
cihan-ı medeniyetin pek büyük hahiş ve tahassürle intizar ettiği sulhun
in'ikadına mani olmak mes'uliyetinden ictinab ederler. Şimdiden esbab-ı
hayatiyetimizi temine başlamış bulunuyoruz. Ve bittabi hal-i sulhun in'ikadında
daha büyük inkişafat oluyor. Fakat muvaffak olmak için çok çalışmak lazım
olduğunu bilmeliyiz. İktisadiyat, iktisadiyat diyoruz. Fakat arkadaşlar
iktisadiyat demek herşey demektir. Yaşamak için, mesut olmak için, mevcudiyet-i
insaniye için ne lazımsa bunların kaffesi demektir, ziraat demektir, ticaret
demektir, say demektir, herşey demektir. Bütün bu hususta el'an memleket ve
milletimizin ne halde olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Tavsif etmek
istemeyeceğim. Ancak memleketimizin vüs'ati ve nüfuzumuzun bu vüs'atle ne kadar
gayrı mütenasib olduğunuda hatırlayınız. Bu vasi ve feyizli toprakları
işleyebilmek, işletebilmek için noksan olan el emeğini behemehal fenni alat ile
telafi etmek mecburiyetindeyiz. Memleketimizi bundan başka şömendöferler ile ve
üzerinde otomobiller çalışır şoseler ile şebeke haline getirmek
mecburiyetindeyiz. Çünkü garbın ve cihanın vesaiti bunlar oldukça,
şömendöferler oldukça, bunlara karşı merkebler ve kağnı ile ve tabii yollar
üzerinde müsabakaya çıkışmanın imkanı yoktur. Memleketimiz ziraat memleketidir.
Bu itibarla, halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Binaenaleyh en büyük
kuvveti, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada mühim müsabaka
meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda sınaatımızı da tezyid ve tevsi
etmek mecburiyetindeyiz. Eğer sanat hususunda yine müsamahakar olursak, o halde
asar-ı sanayide yine haricin haraç-güzarı oluruz, mahsulat ve mamulatın
mübadelatı ve servete inkılabı için ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin
agyar elinde kalması memleketimizin servetinden lüzumu kadar istifade edememeği
bais olur. Fakat bütün bunlar söylendiği kadar basit ve kolay olmayan
şeylerdir. Bunda muvaffak olabilmek için hakikaten memleketin ve milletin
ihtiyacına mutabık esaslı program üzerinde bütün milletin müttehit ve hemahenk
olarak çalışması lazımdır. Hey'et-i aliyeniz bu esasatın en kıymetlilerini
inşallah bulup ortaya koyacaksınız "Arkadaşlar bence yeni devletimizin,
yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları iktisat programından
çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi herşey bunun içinde mündemiçtir.
Binaenaleyh evlatlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlarabu
suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, alem-i ticaret, ziraat ve sınaatte ve
bütün bunların faaliyet sahalarında müsmir olsunlar, müessir olsunlar, faal
olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar." Binaenaleyh maarif programımız gerek
iptidai tahsilde, gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler bu noktai nazara
göre olmalıdır. Maarif programlarımız gibi şuabat-ı devlet için tasavvur
olunacak programlar dahi iktisat programına istinad etmekten kendini
kurtaramazlar. Esaslı bir program tesbit etmek, program üzerine bütün milleti
hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır. Bizim halkımızın menfaatleri
yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde değil bilakis mevcudiyetleri ile
muhassala-i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada
sami'lerinin çiftçilerdir, sanatkarlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların
hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir. Çiftçinin sanatkara; sanatkarın çiftçiye
ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç
olduğunu kim inkar edebilir.
Bugün mevcut
olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda
kendi işçilerimiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdır. Ve
bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır. Ve hayatın lezzet-i
hakikisini tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvet bulabilsin.
Binaenaleyh programdan bahsolunduğu zaman adeta diyebiliriz ki, bütün halk için
bir say misak-ı milisi mahiyetinde olan program etrafında toplanmakta hasıl
olacak olan şekl-i siyasi ise alel'ade bir fırka mahiyetinde tasavvur edilmemek
lazımgelir ve bade's-sulh vukua gelebilecek böyle şekl-i siyasinin şimdiye
kadar olduğu gibi milletin azim ve imanıyla ve vahdet ve tesanüdün birbirine
müzahir olmasıyla muvaffak olacağı hakkındaki kanaatim kavidir ve tamdır.
Efendiler, Hey'et-i
aliyenizin bugün akdedmiş olduğu Türkiye İktisat Kongresi çok mühimdir. Çok
tarihidir. Nasıl ki, Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti
kurtarmak hususunda Misak-ı Millinin ve Taşkilat'ı Esasiye Kanununun ilk temel
taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müessir olmuş, müteşebbis olmuş ve
bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı
ihraz etmiş ise , kongreniz dahi milletin ve memleketin hayat ve halas-ı
hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihraz
edip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı
ihraz edecektir. (Alkışlar) Bu kadar kıymetli ve tarihi kongrenizi
küşad etmek şerefini bana bahşettiğinizden dolayı hassaten arz-ı teşekkürat
ederim. (Alkışlar)(Estağfurullah sesleri) Ve böyle bir kongreyi
akdeden sizlersiniz. Bundan dolayı sizi şayan-ı tebrik görür ve tebrik ederim. (Teşekkür
ederiz sesleri) Kongre küşad edilmiştir efendim.
Mustafa Kemal Atatürk
(*) İZMİR İKTİSAT
KONGRESİ:
17 Şubat 1923 günü Manisa temsilcisi Kazım Karabekir, Asım ve Fevzi Çakmak Paşalar ile Rus Büyükelçisi Aralof ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilof'un katılımları ile ve Lozan müzakerelerine ara verildiği bir sırada başlamıştır. Kongre, yeni Türkiye'nin İktisat Politikasını belirlemek amacıyla toplanmıştır.
17 Şubat 1923 günü Manisa temsilcisi Kazım Karabekir, Asım ve Fevzi Çakmak Paşalar ile Rus Büyükelçisi Aralof ve Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilof'un katılımları ile ve Lozan müzakerelerine ara verildiği bir sırada başlamıştır. Kongre, yeni Türkiye'nin İktisat Politikasını belirlemek amacıyla toplanmıştır.
Mustafa Kemal
Paşa açış konuşmasında: ". Yeni Türkiye'mizi layık olduğumuz düzeye
eriştirebilmemiz için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek
zorundayız. Çünkü; zamanımız tamamen bir ekonomi devresinden başka bir şey
değildir. Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik
zaferlerle taçlandırılmamışlarsa, meydana gelen zaferler devamlı olamaz. Ekonomi
demek, her şey demektir, yaşamak için, mutlu olmak için, insan varlığı için ne
lazımsa onların hepsi demektir. Ziraat demektir, ticaret demektir, çalışma
demektir, her şey demektir." demiştir.
Atatürk, bu
Kongre'de ayrıcalık taşıyan yabancı şirketlerin millileştirilmesi üzerinde
durmuş, gayri meşru rekabeti besleyen kapitülasyonlara son vermenin gerektiğini
belirtmiş, ulusal görüşü iktisat politikalarına temel yapmanın zorunluluğu
olduğunu söylemiştir. Kongre, iki haftalık bir çalışmadan sonra oybirliği ile
kabul edilen 'Misak-i İktisadi'yi yayımlayarak dağılmıştır. Kurtuluş sonrası
Türkiye'nin iktisadi bakış açısını belirleyen en önemli olay, İzmir İktisat
Kongresi'dir. İzmir, Türk kurtuluşunun, bağımsızlığın simgesidir. Mustafa
Kemal'in Ordusu, işgalci Yunan güçlerini yenilgiye uğratıp, 9 Eylül 1922'de
İzmir'i işgalden kurtarınca, kent, siyasi kurtuluşun simgesi olur.
Ancak, 9 Eylül
sonrası koşulları İzmir için çok ağırdır. İzmir büyük bir yangına sahne olmuş,
bölgedeki bağ ve bahçeler sökülmüş, tarlalar yozlaşmış, ortalık harabeye
dönmüştür. İktisat Kongresi'nin İzmir'de toplanması bir rastlantı değildir.
İşgalin tüm ağırlığını hissetmiş, savaşın yıkımını yaşamış, iktisadi bakımdan
çökmüş olan İzmir, İktisat Kongresi ile iktisadi kurtuluşun, kozmopolit
ekonomik yapıdan ulusal ekonomik yapıya geçişin de simgesi olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder