Celâl Bayar'ın Kızı, Nilüfer Gürsoy
Bayar; Kötülük, 27 Mayıs'tan Sonra Başladı ve Yayıldı!...
![]() |
III. ve İlk Sivil Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'ın Kızı Nilüfer Gürsoy Bayar |
Çiftehavuzlar’daki apartmanların arasında kaybolan tek katlı
bir ev… Uzun yıllar ‘İcazet Kapısı’ olarak anılan kapıdan girince bizi 93
yaşındaki Nilüfer Gürsoy Bayar karşılıyor.
27 Mayıs’ta hem babası Celal Bayar, hem eşi Ahmet İhsan
Gürsoy tutuklanan Nilüfer Gürsoy Bayar ile Timaş Yayınları’ndan çıkan ‘27 Mayıs
Darbesi ve Bizler’ kitabından yola çıktık, aileyi toparlama sürecini, siyasete
atılmasını konuştuk.
Babanız Celal Bayar ve eşiniz Ahmet İhsan
Gürsoy nedeniyle 27 Mayıs’ın en canlı tanıklarından birisiniz.
Sizin için 27 Mayıs nasıl başladı?
Sizin için 27 Mayıs nasıl başladı?
Çok planlı hazırlanmış bir projeydi darbe. İçinde sadece
askerler yoktu, sivil-asker karışımıydı olayı hazırlayanlar. Tabii cunta önde
gidiyordu ama destekleyicisi dönemin muhalefet partisiydi. Çok sonradan
dışarıdan da tesirler olduğu anlaşıldı. İçeriden de muhalefet partisi adım adım
ilerledi. 27 Mayıs dönemiyle sınırlı kalmadı, sonraki darbelere de yol açan
darbe oldu.
Demokrasi tarihinde de bir kırılma noktası sayılabilir mi 27
Mayıs? Nihayet, çok partili sistemin ilk uzun süreli denemesiydi Demokrat Parti...
Kesinlikle bir kırılma noktası oldu. Böyle bir sürecin
geleceğinin emareleri vardı. Mesela Dokuz Subay Olayı bir hazırlıktı. Köşk’e
bir Muhafız Alayı Kurmay Albayı Osman Köksal yerleştirilebilmişti. Celal
Bayar’ın da bu subay üzerinde çok durduğunu biliyoruz. Bize cumhurbaşkanı
ailesi olarak ayrı bir muamele uygulandı, bu muamele başka bir aileye
yapılmadı. Diğer aileler de muhakkak ki baskılar karşısında bizim
hissettiklerimizi hissetmiştir. Hayat tarzımız müşterekti. Tek ayrılan durum,
bizim tecrit yaşamamızdı.
Tecridi yaşarken ne hissettiniz?
Cumhurbaşkanlığı bir mevki. Yapılanları düşünüyorduk, mevki
gelmiyordu aklımıza. Yapılan hareketler karşısında nasıl davrandığımız
önemliydi. Üstelik yalnız babam değil, eşim Ahmet İhsan Gürsoy da hapisti. Ziyaret
engelleniyor, mektuplarınız okunuyor, çocukları okuldan almak zorunda
kalıyorsunuz.
Bu süreci nasıl geçirdiniz?
Düşündüğüm zaman ‘O günleri nasıl geçirdik, bunları yaşayan
biz miyiz?’ diyoruz. O günkü hissiyatı, acıyı elbette şimdi hissetmek mümkün
değil. ‘Neden yapıldı, ne oldu, başka hallerde aynı şeyleri yaşayanlar da aynı
acıları hissetti mi?’ diye düşündüğünüz başka bir çember oluşuyor. Darbeye
maruz kalanların psikolojisi değişmiyor. Şiddeti, tarzı farklı olabilir ama
hissedilenler aynı.
O dönem Demokrat Partililerin ailelerine
‘Düşükler’ deniliyor...
Bu sıfatlar, yapılan suçlamaların, hakaretlerin yanında az
kalıyordu. 103 milyonları, ‘gençleri öldürdünüz’ suçlamalarını gördüğümüz
zaman. Bunu söyleyebilen insanların elbette ağzı bozuk olacak. Acı olmakla
beraber bu yalanların, bu suçlamaların yersizliğini görüp ‘Nasılsa günün
birinde gerçekler ortaya çıkacak.’ diye düşünüyordum. Zulüm arttıkça kendi şahıslarından
korktuklarını görüyordum. Çünkü yaptıklarının düzmece olduğunu biliyorlardı.
Zulümleri de o nispette artıyordu.
Onlarla şimdi karşılaşsanız ne dersiniz?
‘Onlar bizle karşılaştıkları zaman ne derler?’ diye
sorsanız, Faruk Güventürk 27 Mayıs’ın içindeydi. Kayseri’nin kumandanlığını
yaptı. Yıllar sonra Umurbey’deki babamın vakfındaki defteri imzalayıp, ‘Bayar,
seni bize yanlış tanıtmışlar.’ yazmış. Belki onların da beyni yıkandı.
27 Mayıs’a gidilen süreçte akademisyenler de yaptıkları
yürüyüşlerle Demokrat Parti’ye karşı askere destek veriyor. Siz de o sırada
akademi görevlisisiniz...
27 Mayıs olduğunda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde
(DTCF) asistandım. Darbe olduğu sırada Sokrates’in savunmasını okuyorduk
tesadüfen. Orada yazılanların kopyasını yaşamış olduk. DTCF bu süreçlerin
dışındaydı. O süreçte o havayı benimseyenler akademi hayatı dışında darbenin
yakınında bulunanlardı. Sonra neye ne kadar destek verdikleri ortaya çıktı. 27
Mayıs’ın hemen arkasından öne sürdükleri iddialar daha önce basında yer
almamıştı.
Birçok iftiraları 27 Mayıs’tan sonra dile
getirdiler.
Eşiniz de babanız da cezaevinde, çocuklarla ve annenizle siz
ilgileniyorsunuz...
Hepimize kuvvet veren annemdi. Çok metanetliydi. Milli
Mücadele’den gelmiş, birçok şeye göğüs germiş bir insandı. Babam Milli
Mücadele’de evi terk ediyor. Gitmeden önce gelip anneme ‘Efelerin yanına
gideceğim.’ diye soruyor, annem genç yaşına rağmen ‘Tabii bu senin vazifen,
gideceksin.’ diye cevaplıyor. O yaşında babamın kaçtığı anlaşılmasın diye tül
perdenin önünde fes giyip dolaşmış. Ağabeyimi alıp İzmir’den Bursa’ya geçmiş.
Babam İstanbul Meclis-i Umumisi’ne mebus seçiliyor. Annem, geride aileyi toparlıyor.
Onun desteği olmasa babam bu kadar rahat çalışamazdı. Elbette ki böyle bir
kadının 27 Mayıs’ı karşılayışı da ona göre oldu.
Çiftehavuzlar’da oturduğunuz bu evin
alınmasında da annenizin etkisi var değil mi?
Annem, babasından kalan mirasla bu evi aldı. 1958-59
yıllarında. Babamın prensibi ‘ne bir şey alınsın ne bir şey satılsın’dı.
Siyasetle maddi işlerin bir arada yürümeyeceğini bilen biri olarak öyle
düşünürdü. Annem, ilerisi için bir güvence olarak istedi. İkisi maalesef bir
arada yaşayamadı bu evde. Sadece bir öğle yemeği yiyebildiler evin hazırlanması
sırasında. 27 Mayıs olduktan sonra babam önce Yassıada’da, sonra Kayseri’de
kaldı. Biz de tecride alındık, Çeşme’ye gittik. Ev teslim edildikten sonra, annem
ve çocuklar buraya yerleştik. Annem, babam Kayseri’den döndüğünde hayatını
kaybetmişti.
Babanız nasıl bir ruh haliyle geri geldi?
Çok metindi, metanetini kaybetmeyen bir insandı.
Şahsiyetinden taviz vermezdi. Güçlüklere direnmesini bilirdi. Kayseri ya da başka
bir yer onun için fark etmezdi. Babam eski Demokrat Partililerin bir araya
gelip, hem o günü hem de bugünü konuşması için ‘Bizim Ev’ diye bir dernek
kurdu. Önce Mısır Apartmanı, sonra Kalamış’ta. Buna ilaveten bütün
arkadaşlarına bir mektup yolladı, yaşananların tarihe mal edilmesi için
hatıralarını yazmalarını istedi. Yassıada’da bulunan arkadaşlarına ve davaya
sahip çıkma özelliğini sonrasında da gösterdi. Kayseri’den sonra siyasi
partiler kuruldu ve DP’nin oylarına talip oldu bu partiler. Tek tek burayı
ziyaret ettiler. Bu evin perforje kapısı o dönem gazetelerde ‘İcazet Kapısı’
olarak adlandırılıyordu. Ömrünün sonuna kadar okumaya devam etti. Kitaplarını,
evraklarını elden geçirdiğimizde 60’ların, 70’lerin, 80’lerin içinde de bütün
olayları çok iyi takip ettiğini, ne kadar neşriyat varsa hepsini izlediğini
görüyoruz. Şimdiden bakınca 27 Mayıs’ın diğer darbelerin önünü açtığı
görülüyor.
Siz bu günden bakınca nasıl görüyorsunuz
o süreci?
Darbe, birçok şeyi altüst etti. Meclis’i kapattı.
Cumhuriyet’in tekliğini ortadan kaldırmak isteyip 2. Cumhuriyet demeye
kalkıştılar. Düşünebiliyor musunuz, bir hukuk profesörü darbeye katkı veriyor.
İlimle gerçekle alakası olmayan şeylerdi. İdamların olmaması gerekirdi. Ve onun
ezikliği hâlâ bu toplumda konuşuluyor, nefretle karşılanıyor. O günlerde de
Fatin Rüştü Bey’in Birleşmiş Milletler’deki sandalyesine çelenk konuldu, herkes
bu olayı kınadı. Yapılan kötülükler 27 Mayıs’tan sonra da devam etti. 12
Eylül’den sonra da... Darbeler olmasın diye Tahkikat Komisyonu açıldı ama daha
çok 28 Şubat’ın üzerinde durdu. İlk örnek 27 Mayıs esasen. 12 Eylül’den sonra
da hadiseler durmadı, rejim yerine oturmadı. 27 Mayıs, darbelere yol açtı. Her
harekete de darbe sıfatı konulmamalı. 27 Mayıs darbesi yalnız Demokrat Parti’ye
olmadı, sivillere de olmadı, orduya da bir darbe yapıldı. Asıl bu göz ardı
ediliyor.
Annemi trende kaybettik
Aklınızda en çok yer eden olay ne, o günlerden? Annem kalp
hastasıydı, tansiyonu sürekli inip çıkıyordu. Trende, babamı ziyarete giderken
kaybettik. Cenazesi bir hanıma yapılacak en büyük cenaze töreni oldu.
Kendiliğinden toplandı insanlar. Kalabalığın bir ucu Hacı Bayram’a bir ucu
Cebeci’ye uzandı. Halk bize orada sahip çıktı. Bir de Kayseri’de babamı ziyaret
ederken Kaman’da durduk. Ben inmedim. Baktım halk otobüsün etrafına toplandı.
Gelip, ‘Bir çayımızı içmez misiniz?’ dediler. Davet eden de daha sonra bütün
Demokrat Partililerin ahbap olduğu Aşir Bey’di. Bir taraftan çay ikram
ediyorlar, bir taraftan halk sessiz, konuşmuyor da. Baktı baktı, ‘Baban da
geldiydi buraya, onun da ellerinde siyah noktalar vardı, ona benziyorsun.’
dedi. Sonra babam sağlığı dolayısıyla serbest bırakıldı. Yine büyük bir
konvoyla yola çıktı. Kaman’a gelindi, yine Aşir Efendi’nin lokantasına öğle
yemeğine gidildi. Ne bulduysa ortaya konuldu. O arada haşlanmış yumurtalar da
geldi. Gazeteciler de vardı aramızda. Babam sağlık dolayısıyla serbest
bırakıldığı için bunu çürütmek sebebiyle ‘Bayar dokuz yumurta yedi’ manşeti
atmışlar. Seneler geçti, o gazeteciyle Boğaz’da karşılaştık. ‘Siz babama dokuz
yumurta yedirmiştiniz değil mi?’ diye sordum. Sustu. (REF: ÖZEL HABER, AYÇA ÖRER; 25 Mayıs 2014, Pazar)