29 Ağustos 2017 Salı

HÜR DÜNYANIN BÜYÜK UTANÇ VE YÜZKARASI: Arakan da 3 bin’den fazla Müslüman sistematik soykırım uygulanarak kalleşçe katledildi. BM, NATO ve sözde İnsan Hakları Kuruluşları Sessiz, Sünepe ve Seyirci!..

SON DAKİKA: ARAKAN DA, ÜÇ BİN’DEN FAZLA MÜSLÜMAN “SİSTEMATİK SOYKIRIM” SONUCU ALÇAKÇA, VAHŞİCE VE KALLEŞÇE KATLEDİLDİ. 
BM, NATO VE SÖZDE İNSAN HAKLARI KURULUŞLARI SESSİZ, SUÇLU VE SEYİRCİ!..
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 
DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI'NDAN FLAŞ 'MYANMAR' AÇIKLAMASI
Dışişleri Bakanlığı, Myanmar'da 25 Ağustos'ta meydana gelen saldırıların ardından devam eden operasyonlarda Rohinga Müslümanlarına karşı orantısız güç kullanılmasını (korumasız, her türlü silâhtan arındırılmış, masum ve müsemma, tek suçu MÜSLÜMAN âleme sığınmak ve İslâm Ülkelerine güvenmek olan çaresiz İnsanlara: Alçakça, vahşice, hayâsızca akın ederek başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere; Adı İslâm’a çıkmış diktatörlüklere meydan okuyan ve kalleşçe saldıran kâfirleri) kınayan bir açıklama yayımladı. (DHA)
Bakanlık açıklamasında, 'Rohinga Müslümanlarının karşı karşıya bulunduğu bu üzücü ve endişe verici olayların sona ermesi yönündeki çabalarımız aktif olarak devam edecektir' denildi.
BAKANLIKTAN YAPILAN AÇIKLAMA ŞU ŞEKİLDE:
"Myanmar'da Rakhayn Eyaleti'nin kuzeyinde 25 Ağustos gecesi meydana gelen saldırıların ardından Myanmar güvenlik güçlerinin operasyonlarının ciddi bir insani krize sebebiyet vermesinden derin endişe duyuyoruz.  Güvenlik güçlerinin yüzlerce kişinin ölümüne, binlerce kişinin yerlerinden edilmesine neden olan orantısız güç kullanımını kınıyoruz. Bu konudaki endişelerimiz Myanmar makamlarına aktarılmıştır. Operasyonlarda sivil halkın zarar görmemesinin, yerlerinden edilmiş yeni kişiler yaratılmamasının, bölgeye insani yardımın kesintisiz olarak sağlanmasının önemi vurgulanmıştır.
Myanmar'dan Bangladeş'e geçmeye çalışan Rohingalara gerekli kolaylığın gösterilmesi beklentimiz ve bu konudaki yardım teklifimiz Bangladeş makamlarına iletilmiştir. İİT Genel Sekreteri ile görüşülerek Örgütün bir an önce hareket geçmesi beklentimiz dile getirilmiştir. İİT İcra Komitesi üyesi ülkeler nezdinde de girişimde bulunulmaktadır. BM Genel Sekreterinin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı ile BM Güvenlik Konseyi Dönem Başkanı ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği nezdinde de girişimlerde bulunularak yaşanan trajediye dikkat çekilmiş ve anılan örgütlerin konuya müdahil olmalarını beklediğimiz ifade edilmiştir. Bu konudaki girişimlerimiz ABD makamları nezdinde de tekrarlanmıştır. Endonezya, Malezya, Tayland gibi bölge ülkeleriyle de temaslarda bulunulmaktadır. Rohinga Müslümanlarının karşı karşıya bulunduğu bu üzücü ve endişe verici olayların sona ermesi yönündeki çabalarımız aktif olarak devam edecektir."
ACİZ, ÇARESİZ VE ZAVALLI “YENİ OSMANLILAR”
1500 Türk Şehidin yatmakta olduğu ve bir milyona yakın Müslüman kardeşimizin kâfir zulmü, alçakça mezalim ve işkencesi altında inleyip, soykırımla yok edildiği Arakan’a karşı; Hüdâi nabit (aniden ortaya çıkan, sahte, mukallit) Yeni Osmanlılar sadece timsah gözyaşları döküyor ve duyarlı olmakla iktifa ediyor. Vahşet duygusal alanda sömürülüp istismar ediliyor. Ama Osmanlı gibi yardım elini uzatmak kâfir ülkesine savaş açmak ve orada mahsur Müslüman kardeşlerimizi Allah Rızası ve İnsanlık Namına kurtarmak adına onurlu bir girişim yok. Amerikan uşağı Beni Kaynuka Suudisi ve avaneleri de kıllarını kıpırdatmıyor. Oysa Malezya, Bengladeş ve Türk Cumhuriyetle yoluyla müdahil olmak; Tanker uçaklarımızın katkısıyla ROHİNGA Kâfirlerini bombalamak pek alâ mümkün. Lâkin yaklaşık tamamı sulta, saltanat ve diktatörlükle malul sözde Müslüman ülke yöneticileri yerlerde sürünüyor. Bu mezalime müdahil olmayan ve hayâsızca sessiz kalan imansız yöneticiler ve sorumluluklarını yerine getirmekten aciz bütün sorumluların Allah bin türlü belâsını versin inşallah...   
NİSYAN İLE MALÛLDUR HAFIZA-İ BEŞER
Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da 24-27 Nisan’da yapılacak 26. ASEAN Zirvesi’nden hemen önce yayımlanan raporda, Myanmar’ın batısındaki Rakhine (Arakan) eyaletinde derme çatma kulübelerde son derece güç koşullar altında yaşayan Rohingya Müslümanlarının gördükleri zulüm nedeniyle bölgeden kaçmaya devam ettiklerine dikkat çekildi. Myanmar hükümetinin Rohingya Müslümanlarını etnik bir grup olarak tanımayı reddettiğine ve Rohingya Müslümanlarının  “Bangladeş’ten gelen kaçak göçmenler” olarak görüldüğüne işaret edilen raporda, 2012’deki şiddet olaylarından sonra eyaletteki kamplarda kalanların sayısının 140 bine düştüğü kaydedildi. İnsan Hakları için ASEAN Parlamenterleri (APHR) Başkanı Charles Santiago, Arakan’da yaşananların sadece “Myanmar’ın iç işlerini ilgilendiren bir konu olamayacağını” belirtti. Santiago, “Myanmar Times” gazetesine yaptığı açıklamada, “Bu konu, Tayland’dan Endonezya’ya tüm ASEAN ülkelerini etkilemektedir. Soykırım ve insanlık karşıtı suçlara zemin hazırlayan bir durumun iç işleri olarak nitelenmesi, mantıklı değildir, aynı zamanda da ASEAN’ın varlığına zarar vermektedir” ifadelerini kullandı.
SÜNEPE DALKAVUKLUK, İMANSIZLIK VE SATANİZM; 
AMERİKAN, RUS VE EMPERYALİST UŞAĞI SÖZDE MÜSLÜMANLAR
Arakan Müslümanları yıllardır bu şiddet, soykırım, vahşet ve mezalime maruz. Peki,  başta sözde Müslümanların İslâm Konferansı olmak üzere; BM, NATO ve sair İnsani olduğu iddiası ile insanlığı sömüren kuruluşlar ne iş yapar. Neden ve niçin bunları kimse vazifelerini yapmaya icbar etmez?.. Biliniz ki! Bütün dünya şu anda “en kalitesiz ve değersiz; Benlik, bencillik, enaniyet, hırs, ihtiras ve cehaletle malul” bir çeşit insanlık ve dünya düşmanı kene, sülük ve sömürgen cinsi mahlûkat tarafından yönetilmektedir. Myanmar, geçen yıl ASEAN Dönem Başkanlığı’nı üstlendiğinde Rohingya Müslümanları konusunu “iç işleri” olarak nitelemiş ve gündeme getirilmemesini sağlamıştı. İnsan hakları örgütleri, ASEAN Dönem Başkanlığı’nı devralacak Malezya’ya sorunun çözülmesi için Myanmar’a baskı yapması çağrısında bulunuyor.
Myanmar’da 1982’de küffar tarafından kabul edilen; "Akıl, mantık, ahlâk ve hukuk dışı" sözde bir yasayla vatandaşlık hakları gasp ve irtikap edilen; kasten kaybettirilen Rohingya Müslümanları, “vatansız ve devletsiz” yani "HAYMATLOS" sayılıyor.
Birleşmiş Milletler tarafından “eziyet gören dini azınlık” olarak kabul edilen Rohingya Müslümanları, ülkenin batısındaki Rakhine (Arakan) eyaletinde derme çatma kamplarda yaşıyor. Rohingyalar, sadece kendileri için uygulanan bazı kısıtlamalara maruz kalıyor. Resmen evlenmelerine olanak tanınmayan Rohingya çiftlerine sadece iki çocuk için izin veriliyor. Doğan çocuklar için ise doğum belgesi düzenlenmiyor. İnsan hakları örgütleri, Rohingya Müslümanlarının, hem şiddet olaylarına hem de yasal, ekonomik ve toplumsal ayrımcılığa maruz kaldığına dikkati çekiyor.  2012’de eyalette Budistler tarafından düzenlenen saldırılarda çoğu Müslüman yaklaşık 280 kişi yaşamını yitirmişti. Yüzlerce ev ve iş yerinin ateşe verildiği çatışmalar yüzünden binlerce kişi, bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Her yıl binlerce Rohingya Müslümanı, Arakan’dan kaçıp teknelerle diğer ülkelere gitmeye çalışıyor.

25 Ağustos 2017 Cuma

Tam Bağımsızlık, Tanınma veya Türkiye Cumhuriyeti'ne İlhak. Artık: "Hak, Hukuk ve Adalet Zamanıdır"

KIBRIS’TA ‘DEVLETTEN DEVLETE’ ÇÖZÜM.   
HABER MAKALE: Hasan A. DEVECİ  
(Gönderen: Prof. Dr. Ata ATUN)
Çözümü federasyonda aradığımız kır kiki yılda ‘asker ve garantiler’ her iki tarafın kırmızıçizgisi olduğundan anlaşmayı kısmen önlediği söyleniyor.  Görüşme masasına sevk edilmeyen bu başlıkların güncelleşmesini takiben, Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, BM parametreleriyle sürdürülen müzakerelerin bitmişliğini ve olacaksa yeni bir sürecin ‘devletten devlete’ olması gerektiğini 26 Temmuz, 2017’de noktalamıştır.  Öngörülen müzakerelerin çok farklı düzeyde olacağını düşünürsek, KKTC devlet mi, devlet olarak tanınabilir mi gibi soruları sormamız kaçınılmazdır.
Asker ve garantilerin kırmızıçizgi oluşunun ardında, müzakere masasında çözüm arar görünümü yaratırken, Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama yollarını arayışları Türklerin ise Rum boyunduruğuna girmeme azmi saklı olduğu herkesin bildiği, kimsenin söz etmediği bir gizlidir.  Yunanistan’ın Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak Midilli, Sakız, Sisam ve 12 adalar gibi deniz sınırı bölgeleri silahlandırdığına; BM kayıtlarında ifade edildiği gibi1960’larda Kıbrıs’a gizlice asker soktuğuna; 1997-98’de Türk askerinin adada olmasına rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs’a S300 füzelerini yerleştirme çabalarına bakılırsa asker ve garantilerin devre dışı bırakılması hem Kıbrıs Türkünün güvenini hem de Türkiye’nin güney cephesini tehlikeye atma niteliğini taşıdığı anlaşılır ve kabul edilemez.  Mutlak çözümün önünü açmak uğruna ‘asker ve garantileri’ feda etmeye meyil tutacaksak a) var olan KKTC’yi tanıtmanın ve gereği halinde Türkiye’nin müdahalesine başvurarak güvenimizi sağlamanın veya b) oluşacak federasyondan ayrılıp özgür devlet kurma hakkını federasyon anayasasına yansıtmanın yollarını araştırmamız gerekir. 
ÖNCE "ÖZGÜR, HAKİM VE HÜKÜMRAN" DEVLET
Önce devlet.  Ne kadar da ‘devlet’ ve ‘devletlerarası’ kavramları 1648’ze dayansa da, günümüzdeki devlet anlayışı Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’u 1919 ilkelerini temel alan 1945 Birleşmiş Milletler Anlaşmasına dayanır.  Farklı tariflere tabi olsa da, 1933 Montevideo Konvansiyonunun birinci maddesinde ‘devlet’ uluslararası hukukta a) mutlak topluluğu, b) belirli toprakları, c) hükümeti ve d) uluslararası ilişkiler kurma kapasitesine sahip bir oluşum diye tanımlanır. 
Bu anlamda ‘mutlak topluluk,’ değişken veya göç eden olsa dahi, sayısı önem taşımayan fakat coğrafi bir bölgeye bağlılığı öngörülen bir halktan oluşur.  Örneğin, Pasifik’te 10,000 nüfuslu Nauru adası ve 24,000 kişilik değişken nüfuslu Vatikan birer devlettirler.  Belirli topraklara gelince, önem taşıyan sınırların değil ‘bölgenin’ var oluşudur.  Kuzey ve Güney Kore, İsrail ve Filistin gibi ülkelerin sınırlarının kesin olamamasına rağmen hepsi birer devlettir.  Hükümetin varlığı ve uluslararası ilişkiler kurma kabiliyeti birbirini tamamlayan ve ülke yönetme özelliğini taşıyan unsurlardır.  Öyle ki Dayton Anlaşmasını takiben Filistin 100 ülke tarafından devlet olarak kabul edilmiştir.  Kıbrıs’ta, ‘dini, dili, kültürü’ kendine öz Türk toplumun varlığı 1960 Anayasasında, BM dosyalarında ve çeşitli ülke kaynaklarında kayıtlıdır.  Kıbrıs’ı kuzey-güney diye ayıran ve dolayısıyla KKTC topraklarını belirleyen Yeşil Hat vardır.  Hükümet dersek, Türk halkının seçimiyle görev başına gelen bir yönetim ve gerek Türkiye gerekse İslam Ülkeleri Örgütü ve benzeri oluşumlarla işbirliği kuran bir hükümet vardır.  Üstelik Emin v Yeldağ [2002] davasında, İngiltere Birleşik Krallığı Yüksek Mahkemesi KKTC yasaları dâhilinde Kıbrıs mahkemesinde yer alan ayrılık davasını geçerli kabul etmiştir.  Kısacası, KKTC 1905’dan beri hukukçu Oppenheim tarafından savunan devlet tarifine ve Montevideo Konvansiyona uyum sağlayan bir kurumdur. 
SONRA İLHAK, İKAME, İHYA VE İLHAK DÜŞÜNÜLEBİLİR!..
Gelelim KKTC’nin aşması gereken özgür devlet (self-determination) hakkı ve daha da çelişkili ‘tanınmak’ sorununa.  Devlet tanımının esasını sağlayan BM Anlaşmasının birinci maddesi toplumların eşitliğini ve özgür yönetim hakkını noktalar ama ayni zamanda var olan devletin millet ve sınır birliğinden söz eder.  Sadece birinci maddeyi itibara alırsak, KKTC 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin millet ve sınır birliğini istila ettiği ileriye sürülür.  Öte yandan, Cumhurbaşkanı Wilson’un ilkeleri, 1960 sonrası geçmişin sömürge ülkelerinin BM katılımı ve takibindeki gelişmeler itibara alındığında ortaya farklı bir tablo çıkar.  Wilson din, dil, kültür paylaşımlı toplumların özgür yönetim hakkını a) yabancı etkenlerin baskısına direnen, b) kendi devletlerini seçme olanağına sahip ve c) halkın kabulünü gören temsilci demokratik hükümetin oluşuna addeder.   1945 sonrası hukuki gelişmelere göz atarsak, 1960 Sömürgelerin ve Halkların Özgürlüğü Bildirisi dış etkenlerin yerel toplumlara baskısını, hâkimiyetini veya istismarını, insan haklarının istilası olarak nitelendirir.  1966 Uluslararası Sivil ve Siyasi Sözleşmesi azınlıklar dâhil tüm toplumların özgür yönetim hakkının inkâr edilmez olduğunu yazar.  1970 BM Genel Kurulu 2625 kararı, 1975 Helsinki Mukavelesi, 2007 Yerel Toplumların Hakları ve benzer açıklamalar ayrılık göstermeksizin toplumların eşitliğinin, özgür yönetiminin ve hükümette temsil edilmelerinin kaçınılmazlığını noktalar.  Üstelik Kıbrıs Türkü Rum vahşetine uğramış, 1960 Cumhuriyetinden kovulmuş ve yılların müzakereleri çözüm bulamamıştır.  Buchheit ve Frank gibi hukukçular devlet sınırları dokunulmazlığı günümüzün insan hakları gerisinde kaldığını ve insan hakları çiğnenen toplumların var olan devletten ayrılmasının yasal hakkı olduğunu savunur.  Uluslararası bildiri ve kararlara rağmen Kıbrıs Türk toplumunun 1960 Cumhuriyetindeki temsili yitirildiği, insan haklarının çiğnendiği ve amansız bir istismara uğratıldığı, örneğin, 1964 BM (Ortega) raporundan 2014 Uluslararası Kriz Gurubun araştırmalarına aktarıldığı, hatta geçmiş Rum yönetimi Cumhurbaşkanı Clerides 2003 tarihli anılarında günümüzdeki çözümsüzlüğü Rumların Kıbrıs’ı Rum ülkesi haline getirme çabalarına bağladığı bilinmektedir.  Öyleyse, yasal ve akademik birikim hem Kıbrıs Türküne yöneltilen ve çözüm bulmayan Rum saldırısı KKTC’nin 1960 Cumhuriyetinden ayrılmasını yasallaştır, hem de Türk toplumun varlığı, bir coğrafi bölgede toplanması ve kendi hükümetini seçmesi KKTC’nin devlet kıldığını onaylar.  
DEVLET OLMANIN DÖRT ŞARTI
Uzmanların bir kısmı ‘devlet’ Montevideo’nun dört şartını tamamlayan toplumlar devlettir iddiasını, yani KKTC’nin hale hazırda devlet olduğunu, ötekiler böylesi bir oluşumun başka devletler tarafından devlet olarak tanındığı zaman devlet olur görüşünü savunur.  Sözkonusu görüş çelişkisi a) günümüzde 1960 Cumhuriyetinin ve b) sadece Türkiye tarafından tanınan KKTC’nin hukuki durumlarının ne olduğu sorularını zorunlu kılar.  Evet, BM Güvenlik Konseyinin Kıbrıs’a asker göndermesini onaylayan186’ci kararı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti kabulü ile’ yürürlüğe girdiğini ve 541’inci kararının KKTC’nin ilanını tanımadığını noktalar.  Fakat 186’ncı kararın Uluslararası Adalet Divanı Namibia [1971] davası yorumunca günümüzde Türk toplumunu temsil etmediğinden geçerliliğini yitiren 1960 Cumhuriyetinden bahsettiğini ve Lauterpacht’ın 541’inci kararın ‘keyfi, ayrımcı ... ve yasal olmadığı’ görüşünü hatırlatmak yerinde olur.  Özetle, Güneydeki yönetim (1960 iki toplumlu) Kıbrıs Cumhuriyeti değil Güney Kıbrıs Rum Yönetimidir.   KKTC’ye gelince, 1960 Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi tarafsız başkanı Dr. Heinz federasyon iki devlet arasında hayata geçtiğine bakılırsa, Kıbrıs’ta Federasyon çözümü aramak iki devletin varlığı, dolayısıyla KKTC’nin halen devlet olduğu, anlamına geldiğini vurgular.        
TANINMIŞ BİR KKTC
Tartışma götüren iddialara rağmen kaçınılmaz bir hakikat varsa, örneğin, tanınmamış bir KKTC’nin BM veya Dünya Para Fonuna üye olamayacağı ve devlet tanımlığı hukuki ilkelerden öte siyasi çıkarların üstünlük kazandığı bir ortamda gerçekleştiğidir.  1967’de Fransa’nın Nijerya’daki Biafra ayrımcılarını desteklemesi, 1975’de Batı Dünyasının Doğu Timur’un işgaline göz yumması, 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletinin kurulmasını ‘üzücü’ bulan BM’nin 1983’de KKTC’nin ilanını ‘yasa dışı’ sayması ve 2007’de Kosova’nın tanımı siyasi nedenlerle bağdaştığı söylenebilir.  KKTC’nin tanınması (asker ve garantileri gerektirmeksizin) Kuzey Kıbrıs’ın Ana Vatanla kültürel, parasal, askeri ve siyasal bağlarının devamını koruyacak; dış dünya ilişkilerinin genişleme imkânını sağlayacak, Rumların Güzelyurt ile Maraş’a taleplerini geçersiz kılacak ve Ercan hava alanına uluslararası alan niteliğini kazandıracak.  Öte yandan, Rumlarla yeni bir sınır oluşturacak, Rumların keşfettiği enerji kaynakları paylaşılmayacak ve Türkiye’nin AB üyeliğine köstek olacak. Doğru ama nasılsa, hale hazırda bir sınırı temsil eden ‘yeşil hat’ vardır ve 1964’de AB üyeliğine başvuran Türkiye günümüze dek iki adım ileri bir adım geri giden tek ülke durumundadır.   
KKTC "TÜRKİYE İSTERSE" TANINABİLİR
Söylendiği gibi, siyasetin ağır bastığını kabul edersek, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının, Orta Doğudaki savaşların, Akdeniz’de enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevki ve Türkiye’nin dış siyaseti gibi gelişmelerin KKTC’nin tanınmasına yol açacağı sonucuna varabiliriz.  Bilinen, çözümün federasyonda arandığı ama kırk iki yıllık siyasetin çözüm getirmediği, çözüme yaklaştıkça uzaklaştığıdır.  Savunulduğu gibi seçeneğimiz varsa, can güvenliğimizle birlikte insan haklarımızı koruyacak çözümü:
 a) Kıbrıs Türkünün isteği halinde, özgür KKTC devletinin kayıtsız şartsız yaşama geçmesini anayasasında yansıtacak Kıbrıs Federe Devletinde veya
b) var olan, KKTC’nin günümüzde tanınmasında bulabiliriz.   

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyetinin kurtarıcısı ve kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün silâh arkadaşı, Milli Mücadele Kahramanı GALİP HOCA (3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar) vefat yıldönümünde törenlerle anıldı

DP'NİN KURUCU GENEL BAŞKANI "Celal BAYAR", VEFATININ 31. YILINDA TÖRENLERLE ANILDI

Türkiye Cumhuriyeti'nin 3. ve ilk sivil Cumhurbaşkanı; Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Bakanı, Başvekili, Milli Mücadelenin Komitacı GALİP HOCA'sı, Halk Partisi (CHP) kurucularından; Tarihi ve Kadim (gerçek) DEMOKRAT PARTİ'nin kurucusu ve Kurucu Genel Başkanı: Gazi Mahmut Celal Bayar, vefatının 31. yılında Bursa'nın Gemlik ilçesindeki anıt mezarı başında düzenlenen törenle anıldı. 
Umurbey Mahallesi'ndeki törende, Celâl Bayar'ın torunu, Nilüfer Gürsoy'un kızı Prof. Dr. Akile Gürsoy,  Cumhurbaşkanı  Genel Sekreter Yardımcısı Nadir Alpaslan, Bursa Valisi İzzettin Küçük, Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Abdülkadir Karlık, İl Jandarma Komutanı Tuğgeneral Ahmet Hacıoğlu, Gemlik Belediye Başkanı Refik Yılmaz ve CHP  Bursa  Milletvekili Nurhayat Altaca Kayışoğlu diğer protokol üyeleri hazır bulundu. Törende, anıt mezara çelenklerin bırakılmasının ardından saygı duruşunda bulunuldu. Anma töreni, Bayar'ın torunu Akile Gürsoy'un taziyeleri kabul etmesiyle sona erdi.
CELAL BAYAR VEFATININ 31’İNCİ YILINDA ANILIYOR
Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk ve İsmet İnönü’den sonra 3’üncü ve ilk sivil Cumhurbaşkanı olan; İstiklâl Savaşı Gazisi ve Milli Mücadele Kahramanı, Gazi Mahmut Celal BAYAR, bugün (22 Ağustos 1986 - 22 Ağustos 2017 Salı) saat: 10.00'da ölümünün 31’inci yıl dönümünde Bursa GEMLİK'de bulunan Anıt Mezarı başında törenle anıldı. Bursa İli Gemlik ilçesindeki Umurbey Mahallesi’nde yer alan ANIT MEZARI'nın başındaki anma töreni 10.00’da başladı. Düzenlenen anma Törenine, Türkiye'nin bütün yörelerinden gelen eski Demokratlar; Mustafa Kemal Atatürk, Demokrasi ve Cumhuriyet sevdalısı vatandaşların yanı sıra devlet protokolü, Bursa yerel yöneticileri ve mahalli askeri erkân dan da önemli katılımlar oldu.
ATATÜRK HAYRANLIĞI
Celal Bayar’ın torunu, Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Akile Gürsoy şunları söyledi: “Celal Bayar, milli mücadele, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, toplumun ekonomik gelişimi, bağımsızlığı ve çok partili demokrasiye geçişi süreçlerinde aktif liderlik görevleri üstlendi. Atatürk’le beraber çalıştığı dönemleri hayatının en mutlu ve verimli yılları addeden Bayar, İş Bankası’nın kuruculuğu gibi pek çok cumhuriyet kurumunu hayata geçirdi. Cumhuriyetin kuruluşunda etkin olan, devlet ve özel teşebbüsü harmanlayan karma ekonomi anlayışının mimarı oldu. Celâl Bayar yaşamı boyunca mevkilere değil, prensiplere değer verdi.”
CELAL BAYAR
Görev Süresi: 22 Mayıs 1950 - 27 Mayıs 1960
1883 yılında Bursa’nın Gemlik ilçesinin Umurbey köyünde doğdu. Bursa’da İpek Meslek Yüksek Okulu ve College Francais de l’Assomption’da eğitim gördü ve memuriyet yaşamına atıldı. Hukuk ve bankacılık alanlarında çalıştı. 1907’de İttihat ve Terakki’nin Bursa’daki gizli kolu olan Küme adlı örgüte girdi. Ardından Cemiyet tarafından İzmir’e gönderildi.
Mütareke döneminde İzmir Müdafaa-i Hukuk-i Osmaniye Cemiyeti’ne girdi. İzmir’in işgali tehlikesi belirince, Galip Hoca takma adıyla zeybek ve köy hocası kılığında bölgeyi dolaşarak işgale karşı propaganda yaptı. İzmir’in işgalinden sonra Aydın’ın geri alınması mücadelesine katıldı. Balıkesir Kongresi kararıyla Akhisar Cephesi Komutanlığına getirildi.
12 Ocak 1920’de toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne Saruhan Sancağı milletvekili olarak katıldı. Millî Mücadele’nin başlaması ile birlikte Anadolu’ya geçerek bu hareketteki yerini aldı. Birinci Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak görev alan Mahmut Celal Bey, 1921’de İktisat Bakanı oldu.
Lozan Barış Konferansı’na danışman göreviyle katıldı. 1923 seçimlerinden sonra II. Büyük Millet Meclisi’ne İzmir milletvekili olarak girdi. Mart 1924’te Mübadele, İmar ve İskan Bakanlığına atandı. Temmuz 1924’te bu görevinden istifa etti.
1924 yılında İş Bankası’nın kurulmasında önemli rol oynadı ve 1932’ye kadar genel müdürlüğünü yaptı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda politika becerisi ve iktisatçı kimliği ile parladı. 1932’de İktisat Bakanlığı’na getirilen Bayar, 1937’ye kadar bu görevde kaldı. Ayrıca 1937–1939 yılları arasında başbakanlık yaptı. Daha sonra siyasî yaşamını İzmir milletvekili olarak sürdürdü.
Çok partili siyasî yaşamın başlaması üzerine 1946 yılında Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan ile birlikte Demokrat Parti’yi kurdu ve başkanlığa getirildi. Partisinin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra 22 Mayıs 1950’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı seçildi.
10 yıl boyunca sürdürdüğü bu görevden 27 Mayıs askerî müdahalesi ile 1960 yılında uzaklaştırılan Mahmut Celal Bayar, 15 Eylül 1961’de Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi. Cezası daha sonra müebbet hapse çevrilerek Yassıada’dan Kayseri Bölge Cezaevi’ne nakledilen Bayar, 7 Kasım 1964’te rahatsızlığı nedeniyle serbest bırakıldı. 1903 yılında Reşide Hanım’la evlenen ve üç çocuğu olan Celal Bayar 22 Ağustos 1986 günü İstanbul’da vefat etti.(Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı WEB Sitesi, 22.08.2017)

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Bu ne cüret!.. Alçaklık mı, küstahlık mı? Yoksa bir meydan okuma ile mi karşı karşıyayız. Bu denli cesaret ve özgüven’in kaynağı ne olabilir? Yoksa yıllardır bu şeamet karşısında “üç maymunları oynayan” vesayet ve icazet avdet mi etti, nedir?

SURİYE SKANDAL HARİTAYI TEKRAR YAYINLADI! 
ZAMANLAMASI MANİDAR...
Esad’ın emriyle birlikleri denetlemeye giden Suriye Genelkurmay Başkanı’nın stratejik planları incelediği askeri haritada Hatay, Suriye sınırları içinde gösterildi. Suriye’de daha önceki yıllarda da 1939’da referandumla Türkiye topraklarına katılan Hatay’ı kendi sınırları içinde gösteren haritalar yayınlanıyordu. Çatışmaların gölgesindeki Suriye’de sular durulmuyor. Rejimin lideri Beşar Esad’ın Türkiye’ye yönelik provokatif tavrı da sürüyor. Dün Suriye’nin resmi haber ajansı SANA’nın yayınladığı görüntüler adeta tahrik niteliğindeydi.
TÜRK VE TÜRKİYE DÜŞMANI ESAD’IN EMRİYLE
Palmira’nın yaklaşık 70 km kuzeydoğusunda bulunan Al Sukhna şehri, pazar günü Suriye ordusu ve yerel milisler tarafından DEAŞ’tan geri alındı. Pazartesi günü Sabah saatlerinde Esad’ın emriyle kente giden Suriye Genel Kurmay Başkanı Korgeneral Ali Abdullah Eyüp, bölgede DEAŞ’a karşı çarpışan birlikleri ve askeri unsurları ziyaret etti.
SANKİ "ÖZERK EYALET" GİBİ...
Denetlemelerin arasında bölgedeki durumu değerlendiren komutanlar ile Korgeneral Eyüp’ün stratejik noktalar üzerine konuştukları askeri haritada Hatay’ın Suriye sınırları içinde yer aldığı görüldü. Haritada eyalet olarak gösterilen Hatay’ın, özerk bir bölge olduğu da belli oluyor. Bölgedeki önemli bir merkez olarak İskenderun da gösteriliyor. Haritada bölge, Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki adı olan ‘İskenderun Sancağı’ tanımlamasının ardından Fransızların işgali sonrasında kurulan Fransız Mandası’nda kullanılan ‘Liwa İskenderun’ ifadesiyle yer alıyor.
FIRAT KALKANI’NI DA KONUŞTULAR
Suriye resmi haber ajansı SANA tarafından yayınlanan görüntülerin devamında Korgeneral Ali Abdullah Eyüp elindeki kalem ile bir süre Fırat Kalkanı bölgesiyle ilgili kurmaylarıyla tartışıyor. Güvenlik Uzmanı Abdullah AĞAR: 
“ZAMANLAMA MANİDAR”
Güvenlik uzmanı Abdullah Ağar, haritayı Vatan’a şöyle yorumladı: “Haritanın üzerinde ‘Suriye Arap Ordusu Çatışma Alanları’ yazıyor. Haritaya bakıldığında YPG, DEAŞ VE ÖSO’nun hakim olduğu yerler belirtilmiş durumda. Harita üstündeki mor olan yerler ise sıcak bölgeleri yani çatışma alanlarını gösteriyor. Askeri anlamda çok değerli ve stratejik bir harita değil. Ancak burada dikkat çeken ve manidar olan nokta, İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Bakıri’nin Ankara’ya geldiği gün bu haritanın görüntülerinin paylaşılması.”
‘Rejimin bitmeyen hayali’
Suriye’de daha önceki yıllarda da 1939’da referandumla Türkiye topraklarına katılan Hatay’ı kendi sınırları içinde gösteren haritalar yayınlanıyordu. Devlet kanallarındaki Meteoroloji haritalarında bile Hatay, Suriye’ye ait olarak gösteriliyordu. 1938’de kurulan Hatay Devleti Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen’in oğlu ve TBMM eski başkanvekili Murat Sökmenoğlu vefatından bir süre önce yaptığı açıklamada, “Suriye’deki rejimin yıllardır bitmeyen bir Hatay hayali vardır. Her 23 Temmuz günü biz Hatay’ın Anavatana katılışını kutlarız, onlar Hatay’ı Suriye topraklarına katacakları hayallerini canlandırırlar. Bu gün Suriye’deki devlet kurumlarında asılı haritalarda bile, Hatay hala Suriye toprakları içinde gösterilir. Bu hayalleri 1939’dan beri devam ediyor” demişti.
YA BUNA NE DEMELİ!.. 
MÜSEBBİPLERİ "VATANA İHANETTEN" TUTUKLANDI MI? YOKSA BÖYLE BİR "HAİNLİK YAPMALARINA VE SURİYE CASUSU OLMALARINA RAĞMEN" ACABA HALEN "VARLIK FONUNDAKİ" İŞ VE İLİŞKİLERİ SÜRDÜRÜLÜYOR OLMASIN..
BAKINIZ AYNI ŞEAMET, GAFLET VE İHANET
BURAYA KADAR YANSIMIŞTI NE YAZIK!..

18 Ağustos 2017 Cuma

İzmir'in Çiğli İlçesi'nde, kreşe öğrenci servisi yapan minibüste unutulduğu için "sorumsuzluk ve görevi ihmal nedeniyle" havasızlıktan ölen 3 yaşındaki Alperen Sakin cinayetiyle ilgili tepkiler devam ediyor.

ALPEREN CİNAYETİ HAKKINDA ÖĞRETMENLER GERÇEĞİ ANLATTI
“DEVLETTE DENETİMSİZLİK, TAKİPSİZLİK VE BAŞIBOŞLUĞUN DOĞAL SONUCU” BUDUR!..
İzmir'in Çiğli İlçesi'nde, kreşe öğrenci servisi yapan minibüste unutulduğu için havasızlıktan hayatını kaybeden 3 yaşındaki Alperen Sakin'in ölümüyle ilgili tepkiler devam ediyor. Minik Alperen'in cansız bedenini servis minibüsünden çıkaran öğretmen Nurcan Altıok "Giden 3 yaşında bir can. Kim sorumluysa cezasını çeksin" diye konuştu. Ayrıca serviste unutulduğu için hayatını kaybeden Alperen'in gittiği ana okulu kapatıldı. Olayda hayatını kaybeden Alperen Sakin'in okula resmi kaydının bulunmadığını belirleyen müfettişler durumu raporda aktardı. (Mehmet CANDAN/İZMİR, (DHA) – AA, UA)
 Kreş yetkililerinin ilk andan itibaren gizlemeye çalıştığı gerçeği, müdürün baskısına rağmen verdikleri doğru ifadelerle ortaya çıkaran öğretmenler DHA'ya konuştu. Öğretmen 19 yaşındaki Arzu Gülmez, "Gerçeği anlatmasam vicdanım rahat etmezdi. Vicdanımın sesini dinledim" derken, Minik Alperen'in cansız bedenini servis minibüsünden çıkaran öğretmen  Nurcan Altıok da "Giden 3 yaşında bir can. Kim sorumluysa cezasını çeksin" diye konuştu.
Çiğli'de Sevgi Yumağı Anakolu'na giden Alperen Şahin, salı günü unutulduğu okul servis minibüsünde 9 saat kilitli kalıp havasızlıktan yaşamını yitirmişti. Kreş yetkililerinin gizlemeye çalıştığı minik Alperen'in ölümündeki korkunç gerçek, kreş öğretmenlerinden Arzu Gülmez ve Nurcan Altıok'un ifadeleriyle ortaya çıktı. Minik Alperen'in serviste havasızlıktan yaşamını yitirmesini gizleyen ve ifadelerinde Alperen'in uyuduğu ve bir daha uyanmadığını söyledikleri servis şoförü Tamer İşgören ile okulun müdürü ve sahibi olan eşi Yurdagül İşgören'in olayı saklama çabasını kreş öğretmenlerinden Arzu Gülmez ile Nurcan Altıok'un vicdanı engelledi.
"TEHDİT ETTİLER, 
BASKI ALTINDAYDIM"
Doğan haber Ajansı muhabirleri korkunç gerçeği ortaya çıkaran öğretmenler Arzu Gülmez ve Nurcan Altıok'la konuştu. Alperen'in okulda olmadığını ilk fark eden ve okul yetkililerine haber veren öğretmen Arzu Gülmez, kendisinin doğruyu anlatmaması için baskı altına alındığını söyledi. Olaydan çok etkilendiğini belirten Arzu Gülmez, şunları söyledi:
"Olay günü çok kötü bir gündü. Alperen'in olmadığını yoklamayı alınca fark ettim. Dilara öğretmene Alperen'in olmadığını söyledim. O da 'sabah aldık, olması gerekiyor' dedi. 'Emin misin' diye sordum. Emin olduğunu söyledi. Sonra koşarak Nurcan öğretmene gidiyor. O da 'onu Sabah siz almadınız mı' diyor. Sonra servis şoförü Tamer Bey'e soruyorlar. Her yeri aradık. Diğer sınıflara baktık. Bulamadık. Sonra şoför 'Servise bakalım dedi ve anahtarı Dilara'ya verdi. Sonra servise bakan Dilara, çığlık atarak geri çekiliyor ve Nurcan öğretmen çocuğu servisten alarak içeri getirdi. Tabi bahçedeki kameralar da çekiyor. Alperen'i yere yatırdık. Şoför 'su dökelim' dedi. Ben de bizim acil müdahale eğitimimiz olmadığını söyledim. Sonra Okul Müdürü Yurdagül Hanım'ı aradılar. Ambulansı aradığımda bana kızdılar. 'Biz özel hastaneye götüreceğiz' dediler."
Alperen'in götürüldüğü hastaneye gittiğinde kendini kaybettiğini belirten Arzu Gülmez,  "Fenalaştım ve beni servise yatırdılar. Burada Yurdagül'ün arkadaşı A.S., bana gerçeği anlatmamamı ve kendi söyleyeceklerini anlatmamı istedi. 'Doğruyu anlatsan geri mi gelecek çocuk. Yoksa hepiniz hapse girersiniz' dedi. Sonra karakola gidip onların baskısıyla o şekilde ifade verdim. Sonra vicdanımız rahat etmedi ve Nurcan öğretmenle gerçeği anlattık" dedi.
Öğretmen Arzu Gülmez, minik Alperen'in kendi grubunda olmadığını belirterek sözlerini şöyle sürdürdü: "Olay günü Alperen, hakkında bir şey demediler. Normalde benim grubumda değildi. Öğretmen yetersizliği vardı. Ben akşam bütün gruplara akşam yoklaması almak istedim. O gün doğum günü de vardı. Süsleme yapmak için bütün çocukları bana bıraktılar. Hepsine aynı anda yetişebilmem mümkün değildi. Kapanış yoklamasını alayım istedim. Sabah da Alperen'i aldıklarını söylemediler. Servise bakınca olay ortaya çıktı. Ben baskı altında olduğum için önce farklı ifadeyi verdim. Ama daha sonra vicdanımın sesini dinledim. Nurcan öğretmenle birlikte doğruyu söyledik."
"ÜÇ YAŞINDA MASUM BİR CAN, CİNAYETE KURBAN GİTTİ"
Kreş öğretmenlerinden 28 yaşındaki Nurcan Altıok da minik Alperen'in cansız bedenini servis minibüsünden çıkarmasını gözyaşlarıyla anlattı. Olayda okulun ihmalleri oluğunu, öğretmen yetersizliğini sürekli dile getirdiklerini ancak okul müdürünün bunu dikkate almadığı söyleyen Nurcan Altıok da DHA muhabirine şunları anlattı: "Hafta sonu benim cenazem vardı. Ama pazartesi günü Arzu tek olduğu için okula gelerek çalıştım. Pazar günü doğum günü vardı ama ben olmadığım için ertelenmiş. Bana kızdılar niye süsleme yapılmadı diye. Öğrencinin velisi de kızmış. O gün 08.30'da servis geldi. Öğrencileri kreşin kapısında karşıladım. Biz bahçeyi süslemeye başladık. Öğrencinin doğum günü kutlandı. Öğrenciler yemek yedi, uyudu. Bebek grubu var, onların altlarının değişmesi gerekiyor. Alperen sabah o saatten 16.30'a kadar serviste kalmış. Alperen'in yokluğu ortaya çıkınca şoföre ve Dilara'ya onu alıp almadıklarını sordum. Çünkü yaz dönemi olduğu için öğrenci sayılarında günlük değişiklik oluyordu. Pazartesi 20 kişi oluyorsa Salı günü 40 kişi olabiliyordu. Tamer Bey 'servise bakalım' dedi. Anahtarı aldım, kapıyı Dilara açtı. Çığlık attı, ben öne geçtim. İkinci koltukta oturuyordu. Rengi, durumu hiç iyi görünmüyordu. 3 yaşındaki çocuğa ölümü konduramıyorsunuz. Sonra okula aldık, ama ilk müdahale eğitimimiz olmadığı için müdahale etmedik. Hastaneye kaldırdık. Bu sırada diğer çocuklar görüyordu. Bana çocuklar 'anne ne oldu' diye ağlamaya başladılar. Alperen'i o şekilde görmemeleri gerekiyordu. Ben de üzerine örtü örttüm."
Alperen'in ailesine okul yetkililerinin "Çocuk uyudu, bir daha uyanmadı, baygınlık geçirdi" dediğini anlatan Nurcan Altıok, sözlerini şöyle sürdürdü: "Alperen'in ailesi hastaneye gelince öldüğünü söylediler. Annesi bana sordu, nasıl öldüğünü. Ancak söylemeye gücüm yetmedi. Sonuçta o bir anne ve yavrusu ölmüş. Arzu'ya gerçeği anlatmaması konusunda baskı yaptılar. Sürekli bunu telkin ediyorlardı. Doğruyu söylesek bile çocuğun geri gelmeyeceğini ve bizim de hapse gireceğimizi söylediler. Ben eşimle konuştuktan sonra doğruyu söyledim. Arzu'ya da korkmamasını ve gerçeği anlatmasını istedim. Hatta bana olayı 'sen üstlen' dediler. Ben niye öyle bir şey yapacağımı sordum. Olayı ört bas edemezdim. Buna izin vermedim. Biz böyle üzülüyorsak, o ailenin durumu nasıl olur? Giden 3 yaşında bir can. Kim sorumluysa cezasını çeksin."
AİLEYİ TESELLİ EDERKEN, KAMERA KAYDINI SİLDİRDİ
Okulun sahibi Yurdagül İşgören, özel hastanede aileye çocuklarının uykuda öldüğünü söyleyince anne Buket Sakin, oğlunun son görüntülerini izlemek istedi. Ancak İşgören bir yandan aileye teselli verirken öte yandan okulu arayıp kamera kaydının çıkarılması talimatını verdi. Acılı anne oğlunun görüntülerini izleme konusunda ısrarını sürdürünce okulun sahibinin "Bugün bozuktu, çalıştıramadık, kayıt alamadık" gibi mazeretler öne sürdüğü öğrenildi. Kamera kaydı, İşgören'in evinden çıktı. Yurdagül İşgören'in polisteki ifadesinde olayda kendisinin bir suçunun olmadığını, öğrenci yoklamalarını öğretmenlerin aldığını ve onların suçlu olduğunu söylediği öğrenildi
OKULUN CAMLARI TAŞLANDI
Minik Alperen'in yaşamanı yitirdiği anaokulunun camları gece saatlerine kimliği belirsiz kişiler tarafından taşlandı. Binadaki bazı camlar atılan taşlarla kırıldı. Bu arada kreşin sahibi ve müdürü Yurdagül İşgören'e tepki gösteren veliler, savcılığa suç duyurusunda bulunup tutuklanmasını istedi. Valiler, bu okulun kapatılmasını da istedi. Unutulduğu servis minibüsünde ölen çocuğun okulu kapatıldı  -  İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü, okul servisinde unutulan ve kaldırıldığı hastanede  yaşamını yitiren 3 yaşındaki Alperen Sakin'in eğitim gördüğü özel anaokulunu  kapatma kararı aldı - Olayla ilgili yürütülen soruşturmada Sakin'in, okula resmi  kaydının bulunmadığı tespit edildi
ALPEREN'İN GİTTİĞİ OKUL KAPATILDI
 İzmir'de okul servisinde unutulduktan sonra hastanede  yaşamını yitiren 3 yaşındaki Alperen Sakin'in ölümüne ilişkin yürütülen idari  soruşturma çerçevesinde anaokulun kapatılmasına karar verildi. AA muhabirinin İl Milli Eğitim Müdürlüğü yetkililerinden aldığı  bilgiye göre, olayın ardından görevlendirilen müfettişler ön raporunu tamamladı. İl Milli Eğitim Müdürlüğü, rapordaki değerlendirme çerçevesinde  soruşturmanın detaylı olarak devam edebilmesi amacıyla özel anaokulunun  kapatılması kararını aldı.
ALPEREN OKULA KAYITLI DEĞİLMİŞ
Ön raporda, soruşturma sırasında edinilen bilgilere de yer verildi. Olayda hayatını kaybeden Alperen Sakin'in okula resmi kaydının  bulunmadığını belirleyen müfettişler durumu raporda aktardı. İl Milli Eğitim Müdürlüğünün, öğrencinin resmi kaydının olmaması  sebebiyle okul hakkında Sosyal Güvenlik Kurumu ve Gelir İdaresi Başkanlığına suç  duyurusunda bulunacağı öğrenildi.
TÜRKİYE'NİN YÜREĞİNİ YAKAN OLAYIN GEÇMİŞİ
İzmir'de 15 Ağustos'ta anaokuluna gitmek için sabah saatlerinde evden  alınan ancak unutulduğu okul servis minibüsünde baygın halde bulunan 3 yaşındaki  Alperen Sakin, kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetmişti. Olayın ardından Alperen'i anaokuluna götüren servisin şoförü T.İ. ile  servis görevlisi D.K. ifadesi alınmak üzere gözaltına alınmıştı. T.İ, "Dikkat ve  özen hükümlülüğüne aykırı davranma ile ölüme sebebiyet verme"  suçundan  tutuklanırken D.K. savcılıktan serbest bırakılmıştı. İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü olayın ardından idari soruşturma  başlatarak müfettiş görevlendirmişti.

15 Ağustos 2017 Salı

Bu cürmü işleyen caniler derhal yargı önüne çıkartılmalı ve PYD müttefiki ABD inşaatı mühürlenmelidir.

BAZI “ATATÜRK DÜŞMANI VE VATAN HAİNLERİ” TARAFINDAN
AOÇ ARAZİSİ YILLAR ÖNCE GİZLİCE “AMERİKA’YA” SATILMIŞ!..
Basında şok bir haber: Atatürk Orman Çiftliği Arazisinden 37 Bin Metrekare Alan 'Büyükelçilik Binası İçin ABD'ye Satıldı' Bunu fırsat bilen Melih Gökçek ise o tarihi mirası paramparça etti. En komik olanı da oyuncakçı dükkânları yapmış olması!..
TÜRK TARIMI YOKEDİLDİ
ÜSTÜNE BETON DÖKÜLDÜ
Gazete ve ajans haberleri ile sosyal medya portallarında yaklaşık bir haftadır: 1925 yılında Mustafa Kemal Atatürk'ün talimatıyla, Türk tarımına öncülük etmesi için kurulan “Atatürk Orman Çiftliği” arazisinden 37 bin metrekare alanın yeni büyük elçilik binası yapılmak üzere ABD'ye satıldığı aktarılıyor. Basına yansıyan bilgilere göre Mimarlar Odası Ankara Şubesi satış protokolünü istedi ancak bu talep ‘ticari sır’ denilerek reddedildi. 
Arazinin çevresi yüksek tel örgü ve duvar ile çevrildi.
Özellikle Sözcü'den Yavuz Alatan'ın haberine göre: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve kurtarıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ün arazisi üzerinde inşa faaliyeti sürdürülen büyükelçilik alanında, otopark ve sosyal tesisler de bulunacak.
Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, “Bu alan Atatürk Orman Çiftliği arazisi iken, 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren'in imzasıyla (kamu yararına kullanılmak kaydıyla) Gazi Üniversitesi'ne eğitim alanı olarak devredildi'' dedi ve şöyle devam etti: “Daha sonra Gazi Üniversitesi bu araziyi TOKİ'ye devretmiş. Sonrasında da arazi ABD Büyükelçiliği'ne satılmış. Bu süreç Atatürk Orman Çiftliği arazilerinin nasıl talan edildiğini de gösteriyor. Arazinin, ABD Büyükelçiliği'ne satılması sürecinde, Bilgi Edinme Kanunu'na göre satış protokolünü istedik, ‘ticari sır' diye vermediler. Bir üst kurula şikâyet ettik, onlardan da bilgi edinemedik, hukuksal süreç başlattık. Yargı yoluyla bize imzasız mühürsüz bir protokol gönderdiler.” Atatürk Orman Çiftliği'nin her bir metrekaresinin değerli olduğunu vurgulayan Mimarlar Odası Ankara Şubesi Başkanı “Atatürk Orman Çiftliği arazileri amacı dışında kullanılamaz. Dava açmak için süreci takip ediyoruz'' dedi.
Çiftlik, Atatürk tarafından Hazine'ye bağışlanmıştı...
CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal, Birgün gazetesinde kaleme aldığı "Atatürk Orman Çiftliği yönetmelik değişikliği ile talan edilecek" başlıklı yazısında Sayıştay raporlarını işaret etmiş ve şöyle demişti:
"19 Haziran 1933 tarihli ve 2431 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2307 sayılı Kanun ile Atatürk’ün vefatından sonra kardeşi Makbule Hanım’ın mirasından saklı payı talep edememesi hükme bağlandı. Atatürk’ün kendi kardeşinden bile esirgeyerek halkımıza emanet olarak devir ve teslim ettiği çiftliklerin ne yazık ki tam bir yağmanın, talanın hedefi haline geldiği Sayıştay’ın raporlarında açıkça ortaya konuluyor. (...) Atatürk Orman Çiftliği, sadece bir tarım işletmesi veya bir yeşil alan değil toplumsal bir bellek alanıdır. Atatürk Orman Çiftliği arazilerinin peşkeş çekilmesine izin veremeyeceğiz. Bu toprakların amacı dışında kullanılmasına izin verenlere, kullananlara, talan edenlere, Atatürk’ün vasiyetini ihlal edenlere karşı mücadelemizi sürdüreceğiz." Diğer taraftan, bütün bu girişimlere ve tedbir gayretlerine rağmen: Balgat Mahallesi Çukurambar semtindeki geniş arazide inşaat çalışmaları “Milli şuur, manevi değer ve mukaddeslerine sahip ve saygılı Aziz ve Necip Türk Milletine Meydan okurcasına” tam bir arsızlık, edepsizlik ve küstahlıkla sürdürülüyor... Öncelikle: “Atatürk’ün arazisini, Türk düşmanı Amerikalılara satan; Bu satıştan haberdar olduğu halde; Bütün yasal yollara ve Türkiye Cumhuriyeti Mahkemelerine başvurmak suretiyle engel olmayan yetkili ve sorumlular ile bu iğrenç yolsuzluk, suiistimal, adi tasarruf ve menfur hadiseye seyirci kalan muhalefete lânet olsun. Her şeye egemen Rab bin türlü belâlarını versin inşallah…”  Hatırlayın lütfen!.. Marmara Köşkü de geçtiğimiz sene yıkılmıştı. Atatürk’ün çiftlik evi olarak bilinen yapının yıkımı tepkilere ve 'tescilli kültürel miras yok edildi’ eleştirilerine neden olmuştu.

10 Ağustos 2017 Perşembe

Kesinlikle "TARAFLARDAN BİRİ YALAN SÖYLÜYOR" Devlet adına Hükümet'in dedikleri ve açıklayıp, ilân ettikleri mi! Yoksa, halk adına hareket eden "Sivil Toplum Kuruluşlarının" araştırma sonuçları mı doğru?

BASIN AÇIKLAMASI
BASINA VE KAMUOYUNA
● YOKSULUN GIDA ENFLASYONU RESMİ ENFLASYONUN ÜSTÜNDE!..
● SON BİR YILLIK GIDA ENFLASYONU MAAŞ ARTIŞLARINI SOLLADI!..
● ASGARİ ÜCRETLİNİN 53 GIDA MADDESİNDE SATIN ALMA GÜCÜ DÜŞTÜ!..
● ASGARİ ÜCRETLİNİN MAAŞ ARTIŞI GIDA ARTIŞINI BİLE KARŞILAMIYOR!..
● EŞİ ÇALIŞMAYAN İKİ ÇOCUKLU ASGARİ ÜCRETLİLER AÇLIK SINIRININ ALTINDA YAŞIYOR!..
● EŞLERİ ÇALIŞMAYAN EMEKLİ İŞÇİ VE MEMURLAR İLE ÇALIŞAN MEMUR AİLELERİNİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU YOKSULLUKSINIRININ ALTINDA YAŞIYOR!..
● NÜFUSUN YÜZDE YİRMİDEN FAZLASI AÇLIK SINIRININ ALTINDA, YÜZDE ALTMIŞDAN FAZLASI İSE YOKSULLUK SINIRININ ALTINDA YAŞIYOR
Temmuz 2016 - Temmuz 2017 dönemindeki gıda fiyatlarındaki artışları incelediğimizde; tüketicilerin dengeli beslenebilmesi için gerekli olan gıda maddelerindeki artış oranlarının resmi gıda enflasyonunun üzerinde olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, gerekli temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarının aynı zamanda asgari ücretlilerin, çalışan memurların, işçi ve memur emeklilerinin maaş artışlarının üstünde olduğu görülmektedir.
Yeterli ve dengeli beslenmede gerekli olan bazı gıda maddelerinde Temmuz 2017 ayında Temmuz 2016 ayına göre fiyat artış oranları ( TÜİK İstatistiklerine göre)
Temmuz 2017 ayında Temmuz 2016 ayına göre gıda dışındaki bazı mallar ile hizmetlerdeki fiyat artış oranları ( TÜİK İstatistiklerine göre)
Temmuz 2016 - Temmuz 2017 döneminde asgari ücretlilerin net maaşlarında %7,92, çalışan memurların %10, emekli memurların %10,13, emekli işçilerin ise %10.9 oranında artış olmuştur. Bu maaş artışları ile gıda fiyat artışlarını karşılaştırdığınızda, asgari ücretlilerin 53 gıda maddesinde, çalışan memurlar ve emekli memurların 45 gıda maddesinde, emekli işçilerin ise 41 gıda maddesinde satın alma güçleri düşmüştür. Bununla birlikte, asgari ücretlilerin ambalajlı su ve şehir şebeke suyla birlikte enerji malları, ulaşım hizmetleri ve temizlik mallarının tamamında satın alma güçleri düşmüştür.
TÜİK'in Temmuz 2016'ya göre Temmuz 2017 ayındaki gıda ve alkolsüz içecek enflasyon oranı %10.07'dir. TÜİK'in gıda enflasyonu, yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayan tüketicilerin dengeli ve yeterli beslenebilmesi için hangi gıdaları ne kadar tüketmesi gerektiğine göre değil, fiili olarak ne tükettiklerine bakarak hesaplanmaktadır. Bu bakımdan bilimsel ve gerçekçi değildir. Çünkü, Türkiye'de yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşayan tüketiciler ağırlıklı olarak unlu gıdalardan oluşan karbonhidrat ağırlıklı bir beslenme tarzı sürdürmek zorunda bırakılmışlardır. TÜİK'de bu beslenme tarzını oluşturan gıda maddelerini enflasyon hesaplarında ağırlık noktası olarak ele almaktadır.
Temmuz 2016 ayında iki çocuklu eşi çalışmayan bir asgari ücretlinin eline net 1362,75TL geçmekte iken Temmuz 2017 ayında ise 1470.72TL geçmektedir. Yani, asgari ücretlinin maaşı son bir yıl içerisinde 107.91TL artmıştır. Oysa, dört kişilik bir ailenin dengeli ve yeterli beslenebilmesi için Temmuz 2016'da gıda giderleri 1369,76TL iken Temmuz 2017 ayında 1497,66TL olmuştur. Bu rakamlar aynı zamanda açlık sınırıdır. Yani, dört kişilik bir ailenin aylık geliri bu rakamların altında ise bu aile açlık sınırının altında yaşıyor demektir.Bu duruma göre, Türkiye'de eşi çalışmayan iki çocuklu asgari ücretliler açlık sınırının altında yaşıyorlar.
Asgari ücretlinin son bir yıllık net ücret artışı 107.91TL iken, dört kişilik bir ailenin gıda giderleri 129.9TL artmıştır. Yani, eşi çalışmayan iki çocuklu bir asgari ücretlinin maaş artışı dengeli ve yeterli beslenme için gerekli olan gıda artışını bile karşılamıyor.
Türk-İş'in araştırmasına göre, Türkiye'de dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı Temmuz 2016'da 4461.76TL iken Temmuz 2017'de 4878.38TL olmuştur. Eğer, dört kişilik bir ailenin aylık geliri bu rakamın altında ise bu aile yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
Türkiye'de milyonlarca kişi resmi asgari ücretin altında sigortasız çalıştırılmaktadır. Ayrıca, genç işsizlik rakamları da %25'ler dolayındadır. Söz konusu açlık ve yoksulluk rakamları ile TÜİK'in hane halkı kullanılabilir gelir rakamlarını karşılaştırdığımızda, nüfusun %20'den fazlasının (16 milyondan fazla kişi) açlık sınırının altında, %60'dan fazlasının ise ( 48 milyondan fazla kişi) yoksulluk sınırının altında yaşadığı anlaşılmaktadır.
Ülkeyi yönetenlere ve hükümete sesleniyoruz: bu manzara sürdürülemez. Bu nedenle, açlık ve yoksulluğun nedeni olan yanlış ve büyük sermayeden yana olan ekonomik politikalar ile tarım-gıda, enerji, ulaşım, ısınma-barınma ve fiyat politikalarını değiştiriniz. İşsizliği giderecek, tüketicilerin satın alma gücünü artıracak gerekli tüm politikaları uygulamaya koyunuz.
Basınımıza ve halkımıza saygıyla duyurulur.
Turhan ÇAKAR, Tüketici Hakları Derneği Genel Başkanı
EKLER:
1- TÜİK İstatistiklerine göre, gıda maddelerinin 2016 Yılı Temmuz Ayı ile 2017 Yılı Temmuz Ayı fiyat karşılaştırmaları ve fiyat artış oranları Tablosu
2- Asgari ücretli işçi, emekli işçi ve emekli memurun 2016 yılı Temmuz Ayı ile 2017 yılı Temmuz Ayı net maaş tablosu
3- Asgari ücretli işçi, emekli işçi, çalışan memur ve emekli memurun net maaşları ile 2016 Yılı Mayıs Ayı ve 2017 Yılı Mayıs Ayında alabilecekleri gıda maddeleri, enerji mal ve hizmetleri, su, ulaşım hizmetleri ve temizlik maddeleri miktarlarını karşılaştıran tablo (kg, adet, m3, litre, kwh, sefer sayısı)
4- 4 Kişilik Bir Ailenin Açlık ve Yoksulluk Sınırı Tablosu
ŞOK AÇIKLAMA! 
"TÜRKİYE'DE 16 MİLYON AÇ VE 48 MİLYON YOKSUL VATANDAŞ VAR"
Türkiye’de nüfusun yüzde 20’den fazlası açlık sınırının altında, yüzde 60’dan fazlası ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor. THD Başkanı Turhan Çakar Türkiye’de 48 milyondan fazla kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını açıkladı.
Tüketici Hakları Derneği (THD) Genel Başkanı Turhan Çakar,Temmuz 2016-Temmuz 2017 dönemine ilişkin son 1 yıllık gıda enflasyonu, asgari ücretlerin ve emeklilerin maaşlarının karşılaştırıldığı basın açıklamasında, 48 milyondan fazla kişinin yoksulluk sınırının altında olduğunu açıkladı.
Çakar yaptığı basın açıklamasında Temmuz 2016-Temmuz 2017 dönemindeki gıda fiyatlarındaki artışların incelediğinde tüketicilerin dengeli beslenebilmesi için gerekli olan gıda maddelerindeki artış oranlarının resmi gıda enflasyonunun üzerinde olduğunu, gerekli temel gıda maddelerindeki fiyat artışlarının aynı zamanda asgari ücretlilerin, çalışan memurların, işçi ve memur emeklilerinin maaş artışlarının üstünde olduğunun görülmekte olduğunu söyledi.
Asgari ücretlilerin gıdadan temizlik mallarına kadar birçok hizmette alım güçlerinin düştüğünü kaydeden THD Genel Başkanı Çakar, "Temmuz 2016-Temmuz 2017 döneminde asgari ücretlilerin 53 gıda maddesinde, çalışan memurlar ve emekli memurların 45 gıda maddesinde, emekli işçilerin ise 41 gıda maddesinde satın alma güçleri düşmüştür. Bununla birlikte, asgari ücretlilerin ambalajlı su ve şehir şebeke suyla birlikte enerji malları, ulaşım hizmetleri ve temizlik mallarının tamamında satın alma güçleri düşmüştür" şeklinde konuştu.
16 milyon kişi aç
Türkiye’de milyonlarca kişinin resmi asgari ücretin altında sigortasız çalıştırılmakta olduğunu söyleyen Çakar, "Genç işsizlik rakamları da yüzde 25’ler dolayındadır. Söz konusu açlık ve yoksulluk rakamları ile TÜİK’in hane halkı kullanılabilir gelir rakamlarını karşılaştırdığımızda, nüfusun yüzde 20’den fazlasının (16 milyondan fazla kişi) açlık sınırının altında, yüzde 60’dan fazlasının ise (48 milyondan fazla kişi) yoksulluk sınırının altında yaşadığı anlaşılmaktadır"ifadelerini kullandı.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

ABD Silahlı Kuvvetler Akademisi Stratejik Araştırmalar Merkezi Rapor Hazırladı. Açık Açık ve Meydan Okurcasına Söylediler. Eninde Sonunda "ABD, TÜRKİYE’YE ASKERİ MÜDAHALEDE BULUNACAK-MIŞ"

AÇIK AÇIK SÖYLEDİLER:
"ABD, 
TÜRKİYE’YE ASKERİ MÜDAHALEDE BULUNACAK"
ABD Silahlı Kuvvetler Akademisi Stratejik Araştırmalar Merkezi, ABD’nin küresel üstünlüğünü kaybettiği gerçeğinden yola çıkarak kapsamlı bir rapor hazırladı. Bu rapora göre kanlı ellerini tüm dünyaya bulayan ABD’nin yeni sinsi oyunların içinde olduğu ortaya çıktı.
ABD Silahlı Kuvvetler Akademisi Stratejik Araştırmalar Merkezi Rapor Yazdı. Öngördü, Öneride Bulundu ve Açıkladı!..
ABD Silahlı Kuvvetler Akademisi Stratejik Araştırmalar Merkezi, ABD’nin küresel üstünlüğünü kaybettiği gerçeğinden yola çıkarak, önümüzdeki 10 yılda kendi menfaatleri açısından oluşabilecek riskler ve bunlara yönelik müdahale yöntemlerine ilişkin metotların incelendiği kapsamlı bir rapor hazırladığı iddia edildi. Aydınlık’ın haberine göre; (YENİ AKİT) Pentagon ve ABD ordusundaki kilit kurumlarla istişare edilerek bir yılda hazırlanan rapor, yeni savunma konseptini oluşturmada akademik bir çalışma niteliği taşıyor.
Türkiye ile ilgili bölümlerin de yer aldığı raporda, öncelikli tehlikeler olarak Avrasya cephesinde yaşanabilecek gelişmeler sayılıyor. Önümüzdeki 10 yılda yaşanacağı öngörülen ve ABD için tehdit olduğu belirtilen 23 farklı gelişme için 8 farklı müdahale yöntemi öneriliyor. Bu beklentilerden bir tanesi de Türkiye’de bir “iç savaş”ın yaşanması. Bu durumun ise ABD’nin askeri bir müdahale ile kontrol altına alacağı ileri sürülüyor.
KAYNAK: 1, YENI AKIT
KAYNAK: 2, https://www.swe-turk.com/dunya-haberleri/acik-acik-soylediler-abd-turkiyeye-askeri-mudahalede-bulunacak.html
***
ABD’NİN TÜRKİYE’DE İÇ ÇATIŞMA ÖNGÖRÜSÜ VE SURİYE’DE PKK/YPG’YE DESTEĞİ
Yazar: Cahit Armağan DİLEK
ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas, Türkiye’nin, terör örgütü PKK ile ilişkili görmesi sebebiyle YPG’ye “isim değiştirme” tavsiyesinde bulunduklarını, bunun üzerine örgütün, adını “Suriye Demokratik Güçleri” (SDG) olarak değiştirdiğini söyledi. Bu haber fikri takip ve bölgedeki gelişmeleri  gereği gibi izlemeyen Türk medyasında sanki yeni yapılan bir değişiklikmiş gibi sunuldu, hatta hükümet yetkililerine de o şekilde soruldu, onlar da o çerçevede cevap verdi. Halbuki bu isim değişikliği yaklaşık 2 yıl önce Ekim 2015’te yapılan bir aldatmacaydı.
O zamanlarda yazdığımız birçok yazıda ve TV programlarında SDG’nin YPG’yi maskelemek için kurulan paravan bir örgüt olduğunu, sadece tabelada olacağını ve SDG’nin ana omurgasının ve başının YPG olacağını ısrarla söylemiştik.
Ancak Türk hükümeti bunu görmek istemedi.
Örneğin, Aralık 2015 sonunda YPG Tışrin barajı üzerinden Fırat’ın batısına geçtiğinde yani Türkiye’nin kırmızıçizgisi ihlal edildiğinde ve fotoğraflarla YPG’nin geçmiş olduğu  gösterildiğinde bile Türk hükümeti YPG değil SDG geçti  söylemine sarıldı. Mayıs 2016’da Menbiç operasyonu başlamadan önce Amerikan  tarafı operasyonu SDG’nin yapacağını SDG içindeki YPG’li sayısının çok az olacağını söylediğinde buna itimat edip Menbic operasyonunu SDG’nin yapacağını kabullendi. Ne zamanki 15 Temmuz darbe girişimi oldu ve peşinden Fırat Kalkanı operasyonu yapılmak zorunda kalındı işte onun devamında ABD’nin Fırat Kalkanı  harekâtını engelleme / durdurma girişimleri iyice belirginleşince Türkiye’nin YPG konusundaki duruşu daha da sertleşti. Sertleşti ancak bu durum ABD’nin YPG’yi esas alan planını değiştirtemedi.
Bu karşılıklı gerginlik ve restleşme ortamı  Fırat Kalkanı ile birlikte Rakka operasyonunun gündeme gelmesi, ABD’nin Rakka için Türkiye değil PYD/YPG’yi tercih etmesi peşinden YPG’yi düzenli ordu haline getirecek şekilde eğitim vermesi, silah ve teçhizatlarla donatmasını engellemedi. İşte Amerikalı generalin itirafı tam da bu zamanda geldi. Yani ABD YPG bağlamında hedefine ulaştı. Hem YPG’ye desteğini sorunsuz yaptı ve yapıyor hem de Türkiye’yi PYD bölgesine müdahale etmesini önlemiş oldu.  Yani Amerikan itirafı herşey bittikten sonra geldi.
Bu itiraf kadar Amerikalı generalin olayı anlatış şekli de aslında Türkiye açısından çok can acıtıcı. Çünkü Amerikalı general YPG’ye isim değişikliği yapın dediklerinde YPG’nin SDG ile geldiğini ve ismin ortasına demokratik kelimesinin konmasını överken gülerek anlatması adeta Türkiye ile dalga geçtiklerini de gösteriyor.
Peki bölgeyi iyi takip eden az sayıda Türk uzmanın daha o günlerde bu isim değişikliğinin bir aldatmaca olduğunu ortaya koymuş olmasına rağmen ABD neye güvenerek böyle bir adım attı ve Türk hükümeti neden tepki göstermedi? Bunun ana nedeninin Türkiye’nin bozulan karar alma sürecinde olduğunu düşünüyorum.
Türkiye 2011 seçimleri sonrası ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte kurumsal karar alma sürecini terk etti ve tek bir kişinin ve danışmanlarının etkili olduğu karar alma sürecine sürüklendi. Bu durum uzun soluklu politika ve stratejiler yerine anlık günlük kararları beraberinde getirdi. ABD tarafı ise yerleşmiş kurumsal karar süreciyle Türk tarafını çok detaylı analiz edip zayıf kuvvetli yanlarını, hassas noktalarını çok iyi tespit edip onları istismar ettiklerini yönlendirdiklerini görüyoruz. Yani ABD Ekim 2015’te bu isim değişikliği yapıldığında Türk tarafının kabulleneceğini öngörmüş olması büyük olasılıktır. Çünkü Türkiye Temmuz 2015’te İncirlik Mutabakatıyla ABD’nin IŞİD stratejisine açık uçlu destek vermeyi kabul ettiğini ortaya koymuş oluyordu.  Çünkü Türk hükümeti  Ekim 2014’te Kobani’de YPG’ye havadan askeri destek indirilmesine, Peşmerge güçlerinin Türk topraklarından geçerek Kobani’de YPG’ye destek vermesine  onay vermişti.
ABD zımnen Türkiye’yi onay verir pozisyona düşürdüğü bu gelişmelerle aslında sınırlarının hemen güneyinde bir terör koridorunun oluşmasının da önünü açıyordu. Bu terör koridorunun sadece koridor olarak kalmayacağı, sonrasında bir özerk bölgeye dönüşeceği, bunun da Türk sınırlarının içine doğru genişleyeceği, Türkiye içinde PKK kaynaklı yeni terör sarmallarının ve hatta Suriye’deki gibi fiilen özerk bölgeler oluşturmak için toprak ele geçirme hedefli çatışmaların (bir nevi iç çatışma)  yaşanmasının önünü açmak olduğu çok aşikardı. Bu da açıkça ABD’nin Türkiye’nin güvenliğiyle ve bekasıyla oynamak onu tehlikeye düşürmekten başka bir şey değildir. Geçen hafta medyaya düşen Amerikan Kara Harp Akademisinde hazırlanan bir raporda önümüzdeki 10 yıl içinde beklenen tehdit değerlendirmelerinde “Türkiye’de bir iç çatışma yaşanabileceği” seçeneğinin de ortaya konmasını bu bağlamda okumak lazım.
Bu durum Suriye kuzeyinde PKK koridorunun oluşup özerk bir bölge yönetimine dönüşmesi sonrasında etkisini kuzeye yani Türkiye’nin içine yönlendirmesiyle sonuçlanması öncelikli sonuçlardan biri olacaktır. Bu da Türkiye’de PKK’nin özerk bölge talebiyle yeni terör sarmalana başlaması ve Suriye kuzeyindeki başarı hikâyesini Türkiye’de tekrar etmekten başka bir şey olmayacaktır. İşte ABD’nin Türkiye’deki iç çatışma öngörüsü de tam da bununla ilgilidir. Bu nedenle, ABD’nin şimdilerde PKK/YPG’yi düzenli orduya dönüştüren askeri yardımı ve bunu yaparken de YPG’nin terörist kimliğini örtmek üzere DSG paravan kimliğini sağlamasının müttefiklikle, ortaklıkla hiçbir ilgisi olmadığı gibi tam düşmanca bir harekettir.  
Hem NATO’da hem de IŞİD karşıtı koalisyonda müttefik olan iki ülkeden lider konumdaki ABD’nin kritik önemdeki müttefiki Türkiye’ye bu şekilde tehlikeye düşürmesi nasıl açıklanır ve kabul edilebilir mi? ABD terörle mücadele ortak paydasında Türkiye ile ortak mücadele yapacağını belirtip Türkiye ile yola çıkarken  Irak ve Suriye’deki nihai hedefinin ne olduğunu Türkiye’den sakladığını söylemeliyiz. Böyle olunca da IŞİD’le mücadelede sona yaklaştıkça ve ABD’nin nihai hedefi (IŞİD eliyle bölgenin dizaynı ve PKK üzerinden Kürdisatn oluşturma) açığa çıktıkça Türkiye ile gerginliğin de arttığını görüyoruz.
ABD sahada Türkiye aleyhinde askeri anlamda adımlar atarken Türkiye’nin aynı çerçevede yani askeri alanda karşılık veremediğini görüyoruz.Bu muhtemelen yukarıda ifade ettiğimiz şekilde ABD’nin Türkiye’nin imkan ve kabiliyetlerini zayıf kuvvetli yönlerini çok analiz etmesinden ve değişik konularda Türk hükümetine karşı elindeki bazı konuları şantaj olarak kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu da Türkiye’nin hareket serbestisini ortadan kaldırmaktadır.
Örneğin, Türk hükümeti YPG bağlamında YPG’ye yapılan askeri yardımlar Türkiye’ye kaşı kullanılırsa kimseden izin almadan gereğini yaparız demesine ve o yardım kapsamındaki silahların Türkiye içinde yakalanmış olmasına rağmen PYD bölgesine hiçbir askeri operasyon yapmaması ya da nokta hedeflerin vurulmaması dikkat çekicidir. Türkiye’deki her PKK saldırısından sonra, Suriye kuzeyinden getirildiği belli olan her yakalan silahtan sonra Türkiye’nin Suriye kuzeyindeki PKK/YPG hedeflerini vurmaması ABD ve PKK cephesinde Türkiye’nin bir şey yapamayacak, askeri karşılık vermekten kaçınıyor değerlendirmesinin güçlenmesine yol açıyor.
Suriye ve Irak bağlamında hatta Avrupa ile yaşanan krizlerde burada anlatılması çok uzun olacak önceki bazı gelişmeler maalesef Türkiye’nin caydırıcılığını kaybettiğini ya da en azından Türk karar vericilerin yerinde ve zamanında askeri gücünü kullanma, politik hamlelerini yapma insiyatifini kaybettiğini göstermektedir. Bu durumun Amerikalılarca iyi analiz edildiğini söyleyebiliriz.
TÜRKİYE
ENSTİTÜSÜ
BAŞKANI:
CAHİT ARMAĞAN DİLEK
Dolayısıyla, Türkiye’nin ABD’den korkmasından ziyade caydırıcılığını kaybettiğini bunun temelinde de Türk karar vericilerin ülkenin milli güç unsurlarını ve T.C.nin milli çıkarlarını iyi analiz edemediğini ve önceliklendiremediğini, Türkiye’nin Rusya ile ABD arasında yalpalayan gelgitler yaratan politikasıyla birlikte bütün bunların hatalı kararlara yol açtığını söylemek daha doğru olacaktır. Bu bağlamda ABD başta olmak üzere Batı’nın bölge ve Türkiye üzerindeki planlarını gördüğünü söyleyen Türkiye, ABD’nin IŞİD karşıtı mücadele aksamasın söylemine aldırış etmeden kendi bekası ve güvenliğine ilk sıraya alarak Suriye kuzeyindeki PKK/YPG’ye askeri karşılık vermeli, bunu da gecikmeden yapmalıdır. Çünkü ABD’nin Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek şekilde PKK/YPG’ye verdiği askeri desteğe karşılık Türkiye’de askeri cevap vermelidir.